13 Şubat 2010 Cumartesi
epic fail!
ben birisinden gerçekten hoşlandığım zaman dünyanın en salak insanına dönüşürüm. belirli bir ön hazırlık sürecine de gerek duymam hatta, birdenbire olurum. kendi ağzımın ortasına bir tane vurasım gelir, o derece bir salaklıktan söz ediyorum. denemesi bedava. hoşlandığım insanın karşısında konuşuyorsam, iki lafı bir araya getiremem. o yüzden çok özenirim dizilerde böyle karşı cinsle konuşurken vurucu şeyler söyleyen cool kadınlara. biterim onlara. hiç istif bozmazlar onlar, "takmıyorum" style. bense daha en son söylemem gereken şeyi ilk baştan söylerim, çıkar ağzımdan. kimi zaman da error verir beynim, bakışlarım mavi ekrana bağlar, sesim incelir filan. o an fotoğrafımı çekin. yetmezmiş gibi, tüm bunlar hareketlerime de yansır. misal; ya bıdır bıdır konuşurum hiç susmam, sessizlikten sıkılmasın diye. ya da tam tersine uzun sessizliklerin aralarında bir kaç cümle kurarım, çok konuşamam, belki canı konuşmak istemiyordur üzerine gitmeyeyim diye. genelde gözlerinin içine bakamam, ellerimle, tırnaklarımla oynarım, ya da elimde o an ne varsa onunla. çok ciddi bir şey anlatıyorsa, hassas bir konudan bahsediyorsa salak bir gülümseme ile dinleyebilirim onu. "ne gülüyorsun kızım komik mi?" dese verecek cevabım yok. ya da yine tam tersine, çok üzüldüğü bir şeyden bahsediyorsa ağzımı, burnumu oraya buraya oynatırım, tamamen istemsiz bir şekilde. sanki benim başıma gelmiş gibi içlenirim böyle. kendime bile yapmacık gelirim o zamanlar. yolda çat diye düşebilirim, ya da elimi kolumu tutamaz etrafımdaki insanlara çarpabilirim. insanlar böyle olduğum zamanlar çok şirin olduğumu düşünüyorlar ya ona yanıyorum bir de. şirin mirin olmak istemiyorum arkadaşım! şirinlik değil bu, bildiğin ergen kız tribi. kendimi övemem mesela hoşlandığım insana. ya da bir topluluk içindeysek kendimi öne çıkaramam, aksine bir iki adım daha geride dururum. öyle ortalara atmıyım kendimi, yanlış anlamasın derim. yahu daha neyi yanlış anlamıcak zaten "yanlış" anlamasını istemiyor musun? kendine güvensizlik belirtisi değil bu, onun da farkındayım, ama olmuyor işte, beceremiyorum. hele bir de taktik dedikleri şey var ya, bu konuda danışılabilecek en son insanımdır. hani şu "hemen telefonunu açmıyım, biraz çalsın", "hemen mesajına cevap atmıyım, biraz beklesin", "ilk günden hemen buluşmayayım, beni merak etsin" oyunlarından söz ediyorum. en yakın arkadaşlarımın dilinde tüy bitti bu taktikleri anlayayım diye ama o da olmuyor, olamıyor. benim beynim bunları reddediyor. "insan neden ne hissediyorsa onu yaşamıyor, ilişkide taktikler olacaksa eğer samimiyet bunun neresinde?" tezini savunuyorum 26 yıldır. bak, elde var sıfır. bu teze inanan ilk ve tek kişiyim henüz. kitleleri peşimden sürükleme gibi bir hayalim var bu konuda. yetkililere sesleniyorum buradan, ilişkiler üzerine akademi açsınlar. konusunda uzman bayan öğretmenler de ders versinler, yoksa ben daha bu kafayla gün yüzü göremem.
6 Şubat 2010 Cumartesi
ölüme yatıp hayata uyanmak
hayatla ilgili beylik sözler etmeyi sevmiyorum. mesela "hayat beni neden yoruyosun?" gibi. hayat beni bilmem nereye sürükledi vs gibi. soyut bi kavram olduğundandır belki, bilmiyorum. fakat çok uzun zamandır farkında olduğum birşey var. evet şimdi aynen o sevmediğim beylik cümlelerden birini kurucam. hayat bana stockholm sendromu yaşatıyor. üzerimde yıldırıcı baskılar uyguladıkça onu daha da haklı görmeme sebep oluyor. hayır aslında kolaya kaçıp kimseyi ve hiç birşeyi suçlu göstermeyeceğim. bunu ben kendime yapıyorum, biliyorum. şartlara yüklenmek haksızlık olurdu. dün bir arkadaşımla konuşurken dedim ki; hayatımda en çok korktuğum şeydir idealsiz biri olarak yaşamak. kariyerde idealsiz, aşkta idealsiz, arkadaşlıklarımla idealsiz. ileride geriye dönüp baktığımda istediğim şeyleri yapamamış olmak hayatın bana verebileceği en kırık notu olmalı. sevmediğim biri ile birlikte olmak, sevmediğim bir iş sahibi olmak, her biri birbirinin aynısı standart günler geçirmek gibi. Çavdar Tarlasında Çocuklar'ın anti-kahraman'ı Holden'ın Sally'e sorduğu gibi, "bazen harekete geçip hiç birşey yapmadığın sürece herşeyin daha da berbat bi duruma gireceğinden korkup, çaresiz kaldığını hissettiğin oluyor mu hiç?" diye soruyorum kendime. gelelim şu sendrom konusuna, günler bu şekilde geçtikçe "ben bunu hak ediyorum sanırım" diye bu çaresizliğe inanmaya başladık. eyleme geçmeye gücümüz bile yok sanki. başlarımızda o görünmez duvarlar. "evet o benimle olmaz", "evet ben o işi yapamam", "evet doğru buna cesaretim yok" gibi. ne zaman bu kadar umutsuzluk aşılandı insanlara? ellerinde çantaları ile kalabalığın içinde oradan oraya savrulan insanların gözlerindeki bezginlik, heyecansızlık ne zaman yayıldı herkese? şiddetli bir virüs gibi sardı etrafı. biri, diğerine el veriyor sanki. başımız önümüzde, rüzgar nerden eserse sürükleniyor gibiyiz. küçük heyecanlar da ayakta tutmasa bizi, nelere tutunacak bu kadar insan? kısırdöngüler içinde yaşanıyor hayatlar. dün gece tam 12 saat uyudum. akşam 20:30'da başladığım bu uzun uyku maratonunda bir de tuhaf rüya gördüm. ölüyordum rüyamda. hayır aslında tam da ölmüyordum, ölmeden önceki o sonsuz anı yaşıyordum. bir kurşun isabet ediyordu omzuma. omza giren kurşunla da hemen ölünmez ya neyse, rüya işte. kalabalıktı etrafım, o an aklımdan o kadar çok düşünce geçti ki. bu anı sonuna kadar doya doya yaşamalıyım, tadacağım son duygu bu diyordum içten içe. şimdi ölüyor muyum yani, oha ölümden öncesi bu mu sindirmeliyim bu anı diyordum. şimdi bu kurşun içimde parçalanacak mı diyordum, o kadar sakindim ki, hatta ufak bir gülümsedim bile. bir o kadar da heyecanlıydım, adrenalin patlamasında doruk nokta. binlerce duygu ve düşünceyi bir arada tutarken içimde, bir kişi geldi aklıma. çok çaresizdim, sendeleyerek yürüyordum ama beynimi ayakta tutan bir suret vardı. işte o; "ölmeden önce kimin sesini duymak isterdin?" sorusunun cevabıydı. o saniyelerde neler geçmedi ki aklımdan. git gide acıyacak mıydı canım, belki de iyileşirdim ölmezdim, ben şimdi ne yaşamıştım bu güne kadar, ne bırakmıştım arkamda, ideallerimi gerçekleştirebilmiş miydim?, yapmak isteyip henüz yapamadığım daha çok şey vardı, ölürsem, bunları yapamazsam çok üzülürdüm. aklıma yapamadıklarım gelince daha da çok üzüldüm. ben hayatta en çok kendi halime üzülürdüm zaten. sonra birden açtım gözlerimi. "tüm bu sorularının cevabını kendine uyanıkken ver" diye fısıldadı rüyam belki de. omzumun sızısıyla uyandım alacakaranlıkta.
21 Ocak 2010 Perşembe
Yönsüz yolsuz kanat çırpışları
Şimdi ben ne yapıyım? Kendime mi kızayım, Tanrı'ya mı? Kime mal etmeliyim bu suçu? Ufacık bir ışık istiyorum sadece, uzaklardan yansa bile olur. Oraya koşarak gidebilecek ayaklarım, gücüm hala var. Uyuyorum, bu gün de geçsin diye. Diğerleri gibi..
7 Ocak 2010 Perşembe
Viral reklamın böylesi!
Hatırlarsınız, 2009'un ortalarında bir video başta Facebook olmak üzere bir çok popüler sosyal platforma bomba gibi düşmüştü. Söz konusu video, İzmir'li kız Fulya'nın intikamıydı. 2 senelik erkek arkadaşı Mert'in, Fulya'yı en yakın arkadaşı ile aldatması sonucu kızımız delirip www.gittigidiyor.com'da Mert'e ait olan özel eşyaları 1 TL'dan satışa çıkarmıştı. "İntikam soğuk yenen bir yemektir" mottosuyla güldür güldür nefret kusan "Fulya'nın intikamı" videosu, caaaanım Türkiye'min "atraksiyon var hanııım koş koş!" temalı insanlarının bir anda dikkatini çekti, günlerce herkes kendi arasında bu videoyu konuştu, sayfalarda paylaşıldı filan. Kimi çok dalga geçti, kimi kızı takdir etti, kimi fan sayfaları açtı, o dönem haber bültenlerinde bile artık "Fulya'nın intikamı"nı izler olduk. Bu videonun aslında son zamanların en başarılı ve hedefine ulaşan bir "Gitti Gidiyor" reklamı olduğunu bilmeyenler için, aşağıdaki linke buyur sevgili Blogger..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)