31 Mart 2009 Salı

-mış gibi.

Kendi içimde düzenimi değiştirdim. Daha doğrusu 'değiştirildim'.
Tek başına yaşamaya geri döndüm. Daha doğrusu 'döndürüldüm'.
Üçüncü şahıslar ile hayatımın ne kadar değiştiğini gördüm. Daha doğrusu 'gösterildi.'
Yapılan son dakika tercihleri, sağ gösterilip sol vurmalar ile birden dengelerin nasıl da değiştiğini öğrendim. Daha doğrusu 'öğretildim'.
İhtiyaç duyulan kontenjan dolunca sadece kendi sesimi işittim. Daha doğrusu 'işittirildim'.
Şimdi mevcut duruma alışmaya çalışıyorum. Daha doğrusu 'alıştırılıyorum'.
Bugüne kadar yaşatılanlar ve bir gün bunların da yaşanacağı 'hatırlatıldığı' için teşekkür ederim.

23 Mart 2009 Pazartesi

sığmıyor artık kimse hayatıma.

bir yerde iki farklı el birleşirken, başka bir yerde benim ellerim iki yanıma düştü.. sessizlik.. yoğun sigara dumanının etrafa yayıldığı oda çok sessiz.. can havliyle cam açıyorum, hava almam gerek. hava gelmiyor. hayır, hayır geliyor aslında.. sadece ciğerlerim almıyor. çok sessiz.. parkeye bir damla düşüyor. ama bu defa akan rutubetli tavanımdan değil. bir yandan tüm odayı darmadağın edecek güce ve isteğe sahipken diğer yandan kollarım uyuşuyor, kaldıramıyorum bile. öyleki sigaramı bile taşıyamıyorum iki parmağımın arasında.. ama sesim çıkmasın diye elimi ısıracak gücüm var... kendimle çelişiyorum.. "neden?" böyle isyan etmek istiyorum. daha fazlası değil. sadece "neden?".. bir kadın kahkahası çalınıyor kulaklara. benim odamda ise kulakları çınlatan sessizlik.. kedim odama girmeye çalışıyor. hayır yanlış geldin, kahkahaların olduğu oda burası değil. burası sessizlik.. burada neşe olmaz. hiç olmadı.. burası matem. temiz hava karışıyor yoğun sigara kokusuna. tazeliği hala içime çekemiyorum. çok sessiz.. su altında gibi duyuyorum. midem de bulanmaya başladı. yüreğim sıkıştıkça içim üşüyor, içim üşüdükçe yoruluyorum. yoruldum. çok yoruldum.. daha 1 saat önce izlediğim oyundan bir diyalog aklımda: 'yapacak birşey de kalmadı, daha ne kadar bekleyeceğiz?'.. kendimi uykunun eline bırakıyorum. başka bir şehre gitmek ister insanlar sığmadıkça kendi hayatlarına.. sabah yanından geçtiğim tabelada "Kocaeli İl Sınırı" yazıyor. ama hiç birşey değişmedi. hep değişir zannederdim. ahh.. yine burnumun direği sızladı. sabah 07:20. soruyorlar, neyin var? benim neyim var? arabada michael jackson 'remember the time' çalarken, son 1.5 senemi sabah 07:20'de nasıl anlatabilirim ki size? beni 1.5 sene dinlemeniz gerek.. peki yaşatabilir miyim? benim gözlerime, benim kalbime, benim ruhuma sahip olmanız gerek.. o gözlere benim gözlerimden bakmanız gerek.. geçirmeye çabaladığım geceyi hatırlıyorum. ilk aklıma gelen şey, bana kendi içim kadar yakın, sıcak bir dost sesi: 'bugün miladın olsun' diyor.. bir yerde farklı iki el birleşti, başka bir yerde benim ellerim iki yanıma düştü, yabancısı olduğu diğer ellerle birleşmek üzere..

20 Mart 2009 Cuma

one a day.

08:30
makyaj. yırtık çorap. 00007 bond. dalga geçmeler. kısık kahkahalar. yamuk ağız. şaşı göz. genius.
08:45
sokak kapısı şoku. topuklu ayakkabı sesi. küfür. buhran. birikmişlik. iç dökme. sakin olmalıyım. öpücük.
08:55
güneş. soğuk. 85 saniye. 3 trafik ışığı. toplamda 145 saniye. yine küfür.
09:16
DT2. kalabalık. kavga. eşarp. 100 kilolar. akbil. kapı. topuklu ayakkabı. nefes darlığı.
11:00
arkadaşlık. sitem. önyargı. değişim. bencillik. farkındalık.
11:40
istek. ortaköy. terslik. deniz. boşa atılan çapa. gereksiz. son. acaba?
14:50
sorgulama. gerginlik. şef. 6 gün. bedük. refresh. acele.
14:54
toplamda 2 sigara. henry mancini. moon river. sükunet.

13 Mart 2009 Cuma

DT2.

Bugün buna karar verdim. Bence İstanbul'da en zor işi yapan adamdır DT2 şoförü. Kot taşlamaktan bile daha zor hatta o otobüsün şoförü olmak. Başka bi bilgi birikimleri, bi sabır taşlığı, bi çeşit kademeli eğitimleri, herşeyden öte sonsuz bir cesaretleri olduğunu düşünürüm DT2 şöförlerinin. Öyle ki, bi gün inerken müsaadesini isteyip alnından öpesim gelir. Lütfen küçümsemeyin kendisini. Kolay değildir her sabah kavga çıkan bi otobüsü temsil etmek. Kolay değildir her akşam mütemadiyen yoğun bir klorak kokusuna maruz kalmak. Her biri 100 kilo, sıkmabaş, zır cahil ve saygısız insanların bir otobüse toplandığı, başlarına da "şöför" adı altında "çoban" seçilmiş bir adamcağızdır DT2 şöförü. Yanlış anlaşılmasın cahilliğe asla sözüm yok, hatta tepkim büyük olur insanların küçümsenmesine ama saygı da okumakla edinilen birşey değildir neticede. Nitekim DT2 şöförü ne yapsa haklıdır, sesimi çıkarırsam neyim.

Anlaşıldığı üzere 2 aydır işime gelip gitmeye "çalıştığım" otobüstür DT2. Çoğu zaman ancak 3. geçen otobüse binebilirim. 10 dakikada bir geçmesine rağmen, her sabah muhakkak balık istifi şeklini alırız. Bi yere tutunmamıza da gerek yoktur, çünkü etrafımızdaki insanlar sıkışıklıktan zaten bi şekilde etten duvar olmuşlardır. Ha tabi onlar devrilirse domino taşı gibi biz de devrileceğiz o ayrı. Genelde Etiler, Ulus gibi zengin muhitlerinden geçtiği için bu otobüs, otobüsün hedef kitlesini de o civarlarda çalışan çay-temizlik işlerine bakan amcalar ve teyzeler oluşturur. Eğer dört teyze oturuosa o dörtlü koltuklar her sabah muhakkak bir altın günü edasında geçer. Bağıra çağıra konuşurlar, e bu da bi çeşit sabah eğlencesi tabi. Ayrıca durakta yüzünün güldüğünü gördüğünüz insanlar otobüsün daha ilk basamağına adım attığında birden evrim geçirirler, dünyanın en gergin insanı olurlar. Bu otobüsün böyle bi enerjisi olsa gerek. Ve yine bu yüzden olsa gerek, istisnasız her sabah birileri kavga eder. Ya arkalardan derin bir bağırma duyarsınız, ya önden bi kadın çığlığı veya yanıbaşınızda "ayağınızı aslında şöyle şu tarafa atsanız ben de kapıdan bacağımı içeri sokabilirim" ile başlayan "bi müsade edin de önce biz inelim" diye devam eden ve süre gelen kavgalar.. Her biri 100 kilo olan sıkmabaş teyzeler bu türün en gelişmiş örnekleridir. İstemedikleri zaman "görmez" ve "duymaz"lar. Mesela birisine yer verirsiniz, sıkmabaş teyze hemen koca kıçının bir lobunu aslında başkasına vermiş olduğunuz koltuğa yapıştırır. Yüzüne bakarak başkasına yer verdiğinizi söylersiniz ama ne gerek vardır ki buna, teyze çoktan şalterini kapatmış, mavi ekran vermiş, nedense birden sağır olmuştur.. Bilirsiniz, şu yeşil teknolojik otobüsler kapıları kapanmadan hareket edemez, kilitlenirler. Bilmiyorsanız da öğrenin. Sonra insanlar o gariban şöföre bağırıyor neden hala duruyoruz kaptan diye.. Ama yurdumun bu teyzeleri bunu bildikleri halde bilmemezlikten gelir. Ya da yeni bir deney peşindedirler. Zaten kapı önünde hali hazırda bulunan insanları görmezler. "Görünmez miyim acaba?" diye kendinizi kontrol etme ihtiyacı duyarsınız çünkü çoktan üstünüze çıkmıştır. Vücudunun yarısı dışarıya taştığı için o kapı kapanmaz, otobüs gitmez. Bir kişinin yarı bedeni dışarda olduğu için otobüsteki yüzlerce insan o teyzeyi bekler. Teyzenin aslında inmesi gerektiğini, bunun anlamsız bir zorlama olduğunu, kendi kendine söylenmelerle başlayan ve gitgide artan bağırmalara dönüşen şekilde kendisine anlatmaya çalışsalar da teyze bunları duymaz, duyarsa da ne söylediğini asla anlayamadığınız, anlamak için decoder gerektiren bir dilde bağırarak yüzlerce insana karşı savaşabileceğini gösterir. Kurbanını seçer, üstüne çıkar, kapı kapanır, otobüs yoluna devam eder ama altındaki kişinin akıbetini sormayın. Sorsanız da zaten şizofrene bağlayan teyzeye göre orada birisi yoktur. Çoğu zaman bu teyzelerin kocalarını düşünürüm, içim acır..

Ayrıca bu otobüste kendinizi enayi gibi hissetmeniz de kuvvetle muhtemel. Binmek için orta ve arka kapıyı kullanan güzel ülkemin güzel insanları bedavaya giderler çünkü. Alnından öpülesi şöförümüz her ne kadar "AKBİİLLL" diye kendini yırtsa da boşuna bir yırtınmadır bu. O akbiller gitmez. Gerçi akbillerini gönderen nadir insanların da zaten akbilleri bi daha geri gelmez. Akbil hırsızları tarafından seçilmiş sabah kurbanlarıdır onlar. Her sabah hırsızlık suçunun işlendiği bir otobüsün şöförü olmak da zordur tahmin edersiniz ki..

İşte ben güne böyle başlıyorum.. Yazımı da bugün yine otobüsten kendini atarcasına inebilmeyi başaran ve sonra da bize dönüp "Allah kurtarsın" diyen amcaya ithaf ediyorum. DT2 şöförlerine de ısrarla psikolojik destek, fun club, yıpranma payı, erken emeklilik talep ediyorum..

11 Mart 2009 Çarşamba

all is full of me.


Bugün en yakın arkadaşımla evlilikten konuşurken aklıma düştü birden. Evlilik.. Bana ne kadar uzak, ama insanlar tarafından ne kadar da yakın tutulan bir kavram. Kavram demek doğru mudur bilmem, ama hep derler ya gelinlikler için, 'her genç kızın hayali' diye.. Benim hiç 'gelinlik' gibi içi boş hayallerim olmadı. Yanlış anlaşılmasın, hayali olanlara sonsuz saygım ve herşeyden öte desteğim vardır. Alay da etmem. Ama benim olmadı işte, hep içi boş geldi. Daha elle tutulur bulduğum, farkındalığa yakın bulduğum, daha güçlü olmayı hedefleyen hayallerim oldu benim. Marifet sayın diye de demiyorum bunu.. Belki de çiçek almak yerine 'yahu çiçek mi yicez, ona vereceğimiz parayla gidip burger'dan bişiler yiyelim' mantığında giden ilişkileri kendime yakın bulduğum içindir..

Zaman zaman ağır bassa da öyle çok odun da değilimdir, duygusalımdır, hatta dönem dönem fazlasıyla.. Ama hep bi taraftan da mantığımın elinden tutmuşumdur. Ne olursa olsun bırakmamışımdır.. Kendim için 'gerçek' olana beni yakın tuttuğuna inanırım.. O yüzden hiç bırakmam, elimden kayıp gittiğini anladığım anda kısa bir süre duygusallığımla başbaşa kalmanın tadını çıkarır sonra hemen düşerim mantığımın peşine.. Hatta bu yüzden annem bana bir keresinde 'o kadar herşeyin farkında bi çocuksun ki sen, hiç bir zaman dört dörtlük mutlu olamıcaksın' bile demişti..

Neyse..

Geçmişe gittim, içeri baktım. Ne genç kızken ne de şimdi kendiliğimden gelinlik kataloglarına bakmışlığımı hatırlamıyorum. Hatta çocukken bile eşin dostun düğününe giderken gelinlik giydirilen bi kız çocuğu olmamışım ben. Eğer tek isteğimiz birlikte yaşamak için imza atmaksa, bunu birbirleriyle alakası dahi olmayan yüzlerce insanın olmadığı bi yerde de yapamaz mıyız yani? Derdimiz 2-3 saat boyunca karşılıklı göbek atıp, makyajımızı akıtmak, topuklu ayakkabı ile ayaklarımızı şişirmek, bi geceye milyarlarca para dökmek, üstüne kendinden ağır takılar takmak, gecenin sonuna doğru çekilen fotoğraflarda bayık gözlerle bakmak, arkasında ismimizin baş harfleri olan kurdelalı bi araba ile kornalara basarak rahatsızlık verdiğimiz insanları kendimize küfrettirmek mi? Peki ya gelinlik? Yıllar yılı empoze edilmedi mi bize? Büyüyeceksin, evleniceksin, bembeyaz gelinlikler giyeceksin, çocuğun olucak diye.. Şahsen annem eskiden beri evlilikle ilgili düşüncelerimi bildiğinden olsa gerek bana ergenlikten sonra pek de böyle cümleler kurmadı. Belki de bu yüzden ben hep kendimi bildim bileli yalın olanı, naif olanı, kıyıda köşede kalanı sevdim..

Düğün törenleri de bana hep ambalaj gibi gelmiştir. Önemli olan niyet değil midir? Sanki o niyetin üzerini parlak ambalajlarla, paket süsleri ile kaplayınca daha mı güzel gözüküyor? Birbirine aşık, elele, iki gülümseyen insan.. Böyle yeterince güzel değil misiniz zaten? Ki nitekim hediyeye varmak için de o süslü parlak kurdelaları, ambalajları yırtıp atarız ilk olarak.. içindeki değişmez ki, hep aynı kalır..

Ben yine şehir hayatından sıkıldım anlaşılan. kafama bandanamı takıp, Büyükada'da bahçesi olan bi evin hayalini kurup yarına yabancılaşmadan önce yazıyı bitirmenin vaktidir.. Bu arada takmayın siz beni. Büyük konuşmamak gerek. Gelinliğinizi de giyin, düğün de yapın, yeter ki nasıl mutlu olacağınıza ve o mutluluğu nasıl ayakta tutacağınıza inanıyorsanız öyle yapın..

Current Song: Björk / All is full of love.
 
Copyright © 2010 android. All rights reserved.
Blogger Template by