6 Şubat 2010 Cumartesi

ölüme yatıp hayata uyanmak

hayatla ilgili beylik sözler etmeyi sevmiyorum. mesela "hayat beni neden yoruyosun?" gibi. hayat beni bilmem nereye sürükledi vs gibi. soyut bi kavram olduğundandır belki, bilmiyorum. fakat çok uzun zamandır farkında olduğum birşey var. evet şimdi aynen o sevmediğim beylik cümlelerden birini kurucam. hayat bana stockholm sendromu yaşatıyor. üzerimde yıldırıcı baskılar uyguladıkça onu daha da haklı görmeme sebep oluyor. hayır aslında kolaya kaçıp kimseyi ve hiç birşeyi suçlu göstermeyeceğim. bunu ben kendime yapıyorum, biliyorum. şartlara yüklenmek haksızlık olurdu. dün bir arkadaşımla konuşurken dedim ki; hayatımda en çok korktuğum şeydir idealsiz biri olarak yaşamak. kariyerde idealsiz, aşkta idealsiz, arkadaşlıklarımla idealsiz. ileride geriye dönüp baktığımda istediğim şeyleri yapamamış olmak hayatın bana verebileceği en kırık notu olmalı. sevmediğim biri ile birlikte olmak, sevmediğim bir iş sahibi olmak, her biri birbirinin aynısı standart günler geçirmek gibi. Çavdar Tarlasında Çocuklar'ın anti-kahraman'ı Holden'ın Sally'e sorduğu gibi, "bazen harekete geçip hiç birşey yapmadığın sürece herşeyin daha da berbat bi duruma gireceğinden korkup, çaresiz kaldığını hissettiğin oluyor mu hiç?" diye soruyorum kendime. gelelim şu sendrom konusuna, günler bu şekilde geçtikçe "ben bunu hak ediyorum sanırım" diye bu çaresizliğe inanmaya başladık. eyleme geçmeye gücümüz bile yok sanki. başlarımızda o görünmez duvarlar. "evet o benimle olmaz", "evet ben o işi yapamam", "evet doğru buna cesaretim yok" gibi. ne zaman bu kadar umutsuzluk aşılandı insanlara? ellerinde çantaları ile kalabalığın içinde oradan oraya savrulan insanların gözlerindeki bezginlik, heyecansızlık ne zaman yayıldı herkese? şiddetli bir virüs gibi sardı etrafı. biri, diğerine el veriyor sanki. başımız önümüzde, rüzgar nerden eserse sürükleniyor gibiyiz. küçük heyecanlar da ayakta tutmasa bizi, nelere tutunacak bu kadar insan? kısırdöngüler içinde yaşanıyor hayatlar. dün gece tam 12 saat uyudum. akşam 20:30'da başladığım bu uzun uyku maratonunda bir de tuhaf rüya gördüm. ölüyordum rüyamda. hayır aslında tam da ölmüyordum, ölmeden önceki o sonsuz anı yaşıyordum. bir kurşun isabet ediyordu omzuma. omza giren kurşunla da hemen ölünmez ya neyse, rüya işte. kalabalıktı etrafım, o an aklımdan o kadar çok düşünce geçti ki. bu anı sonuna kadar doya doya yaşamalıyım, tadacağım son duygu bu diyordum içten içe. şimdi ölüyor muyum yani, oha ölümden öncesi bu mu sindirmeliyim bu anı diyordum. şimdi bu kurşun içimde parçalanacak mı diyordum, o kadar sakindim ki, hatta ufak bir gülümsedim bile. bir o kadar da heyecanlıydım, adrenalin patlamasında doruk nokta. binlerce duygu ve düşünceyi bir arada tutarken içimde, bir kişi geldi aklıma. çok çaresizdim, sendeleyerek yürüyordum ama beynimi ayakta tutan bir suret vardı. işte o; "ölmeden önce kimin sesini duymak isterdin?" sorusunun cevabıydı. o saniyelerde neler geçmedi ki aklımdan. git gide acıyacak mıydı canım, belki de iyileşirdim ölmezdim, ben şimdi ne yaşamıştım bu güne kadar, ne bırakmıştım arkamda, ideallerimi gerçekleştirebilmiş miydim?, yapmak isteyip henüz yapamadığım daha çok şey vardı, ölürsem, bunları yapamazsam çok üzülürdüm. aklıma yapamadıklarım gelince daha da çok üzüldüm. ben hayatta en çok kendi halime üzülürdüm zaten. sonra birden açtım gözlerimi. "tüm bu sorularının cevabını kendine uyanıkken ver" diye fısıldadı rüyam belki de. omzumun sızısıyla uyandım alacakaranlıkta.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

(bkz:burcucum çok güzel çıkmışsın)

Yorum Gönder

 
Copyright © 2010 android. All rights reserved.
Blogger Template by