12 Kasım 2009 Perşembe

Taşındık!

Yeni bir blogla daha hizmetinizdeyim. Baktım ki haftanın videosu orada Röyksopp iken bir aşağısında Özcan Deniz röportajı var, bir aşağısında kişisel bir şeyler yazmışım; bu kadar konsepti karıştırmayalım dedim ve sadece müzikle ilgili röportajlarımı ve konser yorumlarımı, kısacası müzikle ilgili ne kadar tiri viri ediyorsam hepsini ayrı bir blog başlığı altında topladım. Buyrunuz;



29 Ekim 2009 Perşembe

düşüncenin ötesinde.

Karşı karşıya kaldığınız, aşılması güç gibi gördüğünüz problemleri mevcut düşünce yapınızla çözemezsiniz. Çünkü bu problemler, mevcut düşünce yapınızın ürünüdürler.

15 Ekim 2009 Perşembe

Aseton'u dinlemeye gidiyoruuuz!


2005 yılından beri birçok festival ve mekanda canlı performans gösteren, alternatif müzikseverlerin beğenisini kazanan Aseton, konser maratonuna hız kesmeden devam ediyor. Müzikotek’in yapımcılığında yeni albüm çalışmalarına başlayan grup, 30 Kasım Pazartesi akşamı Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde dinleyicilerle buluşacak.

Gitarda Melis Soysal, basta Cemre Kabaş ve vokalde Selin Yılmaz'dan oluşan Aseton, 2008 yılında MTV TTNET müzik yarışmasına katılarak, sözünde ve müziğinde grubun gitaristi Melis Soysal'ın imzası bulunan ‘Sen’ adlı şarkıyla birinci oldu. Aynı şarkıya çekilen video klipleri ile de dikkatleri üzerine çeken grup, bu başarının hemen ardından Fox Tv'de yayınlanan "Kız Takımı" dizisinde de yine sözü ve müziği Melis Soysal'a ait "Dibini Gör" şarkısı ile ekranlarda yer aldı.

30 Kasım Pazartesi gecesi İstanbul’un en gözde mekanlarından Beyoğlu Hayal Kahvesi’nde sahne alacak olan grup, sergiledikleri müzikal uyum içinde kendi bestelerinin yanı sıra popüler alternatif rock parçalarını da kendilerine has tarzları ile yorumlayacaklar. İki bölümden oluşacak konserde; zaman zaman hüzünlü, arada bir neşeli ve çoğunlukla romantik melodileri ile kendilerini, hayatı ve yaşadıklarını betimleyen bu üç farklı genç kız; aynı gece sahneyi Cingu ile paylaşacak.

www.myspace.com/asetontr

www.last.fm/music/Aseton

Tarih: 30 Kasım Cuma
Yer: Beyoğlu Hayal Kahvesi
Saat: 22:00
Adres: Büyük Parmak Kapı Sok., Afrika Han, No:19, Beyoğlu
Tel: 0212 244 25 58
Fax: 0212 292 78 37
Biletix: 0216 556 98 00


23 Eylül 2009 Çarşamba

İzmir etkisi.

İzmir mi değişmiş ben mi anlamadım. Bir kere "Yeni Girne" diye bir semt oluşmuş İzmir'e gidemediğim iki senelik süreçte. Dakika bir gol bir, sanki bu şehrin artık yabancısı olduğumu suratıma vuran servis şoförü oldu.

- Afedersiniz, ben Girne'ye gidicem, bu servise mi binmeliyim?
- Yeni Girne mi Eski Girne mi?
- ... (uzun sessizlik, uykusuzluktan çökmüş gözlerim) Aralarında ne fark var (wtf?!)
- ... (sessizlik) Siz nerede ineceksiniz?

Evimi karşıdan görüyorum. 4 gün için iki koca bavul aldığım için yürümekte zorlanıyordum ki hemen bir İzmir insanı yanıma yanaşıp yardım etti sağ olsun. Dakika iki gol iki. İzmir insanı hala aynı, hala cana yakın, hala beklentisiz ve naif. 7 sene sonra ilk kez annemin evinde olmak da beni yabancılaştırmadı değil hani.. Çok anılarım saklı o evde ama nedense ilk şokla hiç biri aklıma gelmedi. E tabi, annemin balkonda hazırladığı boyozlu, gevrekli mükellef kahvaltıyı anılarıma tercih edebilen bir bünyeye sahibim. Zamanında gizli gizli sigara içtiğim odam çok da değişmemiş. Yatak ve bilgisayarın yeri farklı o kadar. Bir de 36 beden olduğum dönemlerime ait kocaman bir fotoğrafım çerçevelenmiş, asılı duruyor. Karşı apartmandaki meraklı teyze de hala yaşıyor, sadece biraz daha yaşlanmış. Hala gözlerinin içine bakıyor uzun uzun. Kahve falıyla ve düşük çenesi ile ünlü alt komşumuzun kızı da evlenmiş. İlk kez dedemin mezarına gittim o gün. O günün anısına kendime Tadelle alıcam dedim ama unutmuşum, şimdi aklıma geldi. Ananem bambaşka, büyüklüğüne hayran olmamak elde değil. "Ah yemenici, ben seni daha hayattayken affettim, bilesin" diyor mezara su dökerken, gözleri dolu. Lise hayatımla görüşüyorum sonra. Sadece görünüşlerimiz değil değişen, tecrübelerimiz, vizyonumuz değişmiş. Hiç birimiz aynı dilden konuşmuyoruz aslında. Belki de savunduğumuz şeyleri duydukça şaşkınlığa düşüyoruz. Ne de olsa hiç birimiz 16'mızda değiliz artık. Yaşadığım şehir de İzmir değil, hiç bir zaman olmayacak da. O insanlar şimdi de güzeller, ama biz beraberken o zamanlar güzeldik. EGS Park'ın adı değişmiş, olmuş Ege Park. Reci's olmuş RCS, ama lavaş pizzası hala aynı. Dershane hayatımın geçtiği 121 numaralı otobüs artık konuşuyor, sonraki durakları filan sayıyor. İyi de olmuş, yoksa durağımı kaçıracaktım, unutmuşum.. İlk kez Saat Kulesi fotoğrafı çekilecek bir yer oluyor benim için. Gençliğimi geçirdiğim adamla buluşuyorum. Hala aynı, herşeyi ile aynı. Beni değişmiş görmek onu şaşırtıyor. Nasıl şaşırtmasın ki, ben de onu aynı bulunca şaşırıyorum ne de olsa. İlk defa karşılıklı içki içiyoruz, çakır keyif oluyoruz. Hala onunla yapmadığımız şeyler varmış demek ki. Rock müzikle tanıştığım mekanlar aynı yerlerinde duruyorlar, yeni müdavimleri var belli ki. Belki onlar da balkonda gizlice sigara içiyorlardır. Kafama esip kimseye bir şey söylemeden piercing yaptırdığım yer de duruyor. Dövmemi de onlara yaptıracaktım, kısmet olmadı. Dakika üç gol üç. Para bozdurmaya girdiğim çiçekçi tüm içtenliği ile gül hediye ediyor. Evet gülden nefret ederim ama İzmir insanı işte, seviniyorsun. İstanbul'dan geldiğimizi duyan barmen hemen ikramlar sunuyor, gülüyoruz, "hadi o zaman Sinan'a içelim" diyoruz, kadehlerimizi bu İzmir'li barmen Sinan'a kaldırıyoruz. Foça'nın denizi hala çivi gibi, denizi de bolca kestaneli. Az çıkarmadım çocukken ayağımdan o kestaneleri. Anneannemin evinde yine fotoğraf köşesi duruyor. Ailemizdeki herkes oradan gülümsüyor. Büyüklü küçüklü fotoğraf karelerinden. Ailemiz genişledikçe fotoğraflar da artıyor o köşede. Anneannem hala ısrarla bir an önce orada benim çocuğumun fotoğrafını da görmek istiyor. Benim, eşimin ve çocuğumun bir arada gülümsediği bir fotoğraf. Kumruya, gevreğe, boyoza, tulum peynirine bolca doyuyorum. Sanırım biraz kilo da aldım. Otobüs hatları değişmiş, insanlara yol sormak tuhaf geliyor başlarda. Herkesin farklı hikayeleri olmuş. Lisedeki en yakın arkadaşımın da, yolda gördüğüm ilkokul arkadaşımın da. Tabi haliyle benim de. Ha bir de hayatımda ilk defa faytondan düşen ve atların arkasından koşan bir faytoncu gördüm. Annemin koynunda saten çarşaflarda uyudum. Bostanlı'da açılan barlar sokağında içtim. Güzel kızları, yakışıklı erkekleri izledim. İstanbul'un ve İstanbul'da olan bir insanın özlemini içimde duydum. Dayım'la ilk kez bu kadar eğlenceli vakit geçirdim. Galatasaray Kasımpaşa'yı 3-1 yendi. Bir yerlerde hayat hep devam etti. Şimdi evimde oturduğum koltukta devam ettiği gibi. Ve bana koşuşturmakla geçen 4 gün tabi ki yetmedi. 2 ay sonra kaldığım yerden devam etmek üzere..



7 Eylül 2009 Pazartesi

Verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz.

elinde koca koca 3 tane torbayla yola çıkmıcaksın. özellikle karşıya geçiyorsan Allah sabır versin, ne diyim. Otobüste yer veren bir çocuğun verdiği yere oturmaya çalışırken torbalarımın saçılması, o sırada şöför tarafından yapılan frenle çocuğun ayağına basmam (ki yer verdiğine eminim şu an pişmandır), toparlanıyım derken bir kızın saçına yapışmam, "ay çok özür dilerim" zırvalığına girmişken dizimi sert bir şekilde vurmam. Bunlar hoş şeyler değil tabi.

21 Ağustos 2009 Cuma

Aradaki 7 farkı bulalım.

Geçenlerde dikkatimi çekti, biraz fazla benzemiyorlar mı birbirlerine? Yerli "Sex and the City" kadrosu çıkar mı? Bence çıkar.

Chris Noth / Serhan Yavaş
Sarah Jessica Parker / Canan Ergüder





















19 Ağustos 2009 Çarşamba

Haydi kızlar Euro 2008'i anıyoruz.













Slaven Bilic

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Koku.

Hatırlamak, tek bir koku almaktır. Hiç beklemediğiniz bir anda, belki gecenin 3'ünde burnunuza gelen bir koku. O kadar uzun seneler geçmiş olmasına rağmen o kadar tanıdıktır ki.. Eskisi gibidir herşey. Yine utangaçtır, yine çekingendir, gülümser, gülümsetir o koku. Kaybedilen o saflığı bir anda içinde hissettirir. "İz bırakanlar unutulmaz" demiştir seneler önce o koku sana. Seneler sonra karşına geldiğinde anlamışsındır işte. İz bırakan kokuların da unutulmayacağını..

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Funeral for a friend.

Birisi demiş ki: "susuyorsam nedeni var, duruyorsam sebebi var, herkes rahat olsun herşeyin bir zamanı var". Üzerinde bolca düşündüm. Susma nedenlerimi düşündüm. Dostlarım benden "VURUN" emrini bekleyen askerlermişçesine iki dudağıma bakarken neden hala engellediğimi düşündüm. Son zamanlarda hep canavar gibi gösterilmiştim, arkamdan kimbilir neler söylenmişti, peki ben neden hala birşeylere zarar vermek uğruna kılımı bile kıpırdatmıyordum? Ben böyle biri değilim. Hiç olamadım. Nasıl kötülük yapılır, nasıl şart koşulur bilmiyorum, kimseden böyle birşey görmedim ki. Yaşananlara saygı duymayı öğrendim ben. Küs yatmamayı öğrendim. Veda edilecekse de yaşananların hakkını vererek etmelisin dediler bana. Bir keresinde biri bana "sen o kadar uyumlusun ki, dünyaya uyum sağlayamıyorsun" demişti. Kim dedi hatırlamıyorum. Öyle miyim bilmiyorum, olamam herhalde, neticesinde ben de insanım. Birkaç gündür gemiler yakılıyor hayatımda, köprüler atılıyor. Ben buna hiç alışık değilim. İçim acıyor bunları gördükçe, bunlara maruz kaldıkça. Bunları yaşayanın ben oluşumunun yanı sıra yaşatan insanların kimliklerine baktıkça kahroluyorum. Salaklık boyutundaki iyi niyetimden; napalım, olur, şaşırmıyorum, insandır yapar diyip kendimi telkin ediyorum. 25 senelik yaşantımda ne zorluklar atlattım, kaç kez düştüğüm yerden daha büyük yaralarla kalktım, ama babam dahil kimseden nefret etmedim. Şimdilerde nefret kavramını sorguluyorum. İçimi ne soğutur bilmiyorum, nefret mi bu, bilmiyorum.. Şu yarını belli olmayan ölümlü hayatımda herkesi andığımda gülümseyi istedim ben. Bana ne yapmış olursa olsun. Kimse nefret duygumu kazanacak kadar büyük yer kaplamadı hayatımda dedim hep. Şimdilerde o kaplanamayan yer gittikçe daha da taşıyor. Yine soruyorum, nefret mi, bilmiyorum.. Ezberlenmiş cümleler çıkıyor karşıma. Anlık sinirler oluyor, o "ömürlük" dediğim insanları "anlık" değerlendiremeyeceğim için geçiyor, sonrasında kızmıyorum. "Boşver, bu da böyleymiş" diyen insanlara hafif bir gülümseme ile tebessüm edebiliyorum. Sesimi çıkaramıyorum çoğu zaman. Var gücümle susarak haykırıyorum. "İlahi adalet" beni hiç bir zaman bulmadı, şimdi de bulacağını sanmıyorum. Yine de tutunamayanlardan olmamaya çaba harcıyorum. Ben hep bir anlık, bir günlük tepkimle yargılandım. Bu yargılama bitmedi, bitemedi.. Sonrasında yaptığım şeylerin hiç biri görülmedi, değer bulmadı. Kimse "neyin var?" diye sormadı. Beklemiyordum tabi ama "neyin var"dansa hep "dikkat et" dendi. Söyleneni yapan insan oldum, hep dikkat ettim. Bir adım geri.. Olmadı mı? Tamam, iki adım geri. Yine olmadı, geri attığım adımlar yetmeyince "neden bu kadar geridesin" denildi. Peki, dedim. İleri adım attım. Dur denilene kadar. Tek suçu herşeye rağmen insanlara değer vermek ve bunu dile getirmek olan birine yakışır bir şekilde yine yargılandım. İnsanlardan koparıldım. Zor durumda kalmamaları için her denileni yaptıysam da yetmedi, yine zor durumda bırakılan oldum. İyi niyetim, dostane tavrım hep yanlış anlaşıldı. İstisnasız yanlış anlaşıldı. Yanlış anlaşılmak ve iftira hayatımda en çok korktuğum iki şeydi. "Yanlış anlaşılan" birine yakışır bir şekilde infazıma karar verildi. Tüm suçların üstü kapatıldı, herkes bu mahkemede masum ilan edildi, bir tek benim suçum ortaya atıldı. Bırakın ben telafi edeyim dedim, çözümler sundum. Olmadı, "konuşmak yasak" denildi. Sağlam kalemin dokununca yıkılıveren kumdan bir kale olduğunu görünce, izole edilmeyi yaşadıkça hep "sen yaptın" denildi. Tek istediğim bana bunu derken kendilerine bir ayna tutmalarıydı. Suçlandıkça hırçınlaştım, yine sustum. Sonra hırçınlık yerini sakinliğe bıraktı. Yine yetemedim. Korudum, kolladım, bu defa da "suçu ve suçluyu korumaktan" yargılandım. Hayat devam ediyor. Tüm hoyratlığının yanında tüm güzelliği ve getirecekleri ile. Yepyeni başlangıçlarıyla. Aylardır süren bu sorgulanmamın sonucunda karar, beni yargılayanların mutlu olacağı şekilde sonuçlandı. Ben yine susucam, yine metanetimden birşey kaybetmeyeceğim, yine kimseye kızmayacağım. Ben sakin kalmayı biliyorum, arada suçsuz yere içeride yatan kişilerin kendilerini anlatmak için çırpınmaları gibi çırpındıysam da, kırıcı olduysam da sakin kalmaktan başka kendime yakıştırdığım birşey bulamıyorum. Utanmak, özür dilemek gibi bir erdemdir. Hiçbir hakları olmasa dahi, kişilerin hayatları ile oynarken insanlar utanmazlar. Belki sonradan utanırlar, ama dile getiremezler. Kaçarlar kendi bildikleri doğrulardan bile. İtiraf ediyorum. Ben utanıyorum. Hep mutlu görmek istediğim, "dostum, sadece dostum" bildiğim insanı zamanında bu kadar çok sevebildiğim, değer verdiğim, korumak adına kendimi çok kez ateşe attığım için hayatım boyunca da kendimden utanacağım ve bunun utancı ile yaşayacağım.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Haftanın "şaheseri" üzerine..

Bu sözleri paylaşmak istedim, sindirebilmeniz dileğiyle..

Nine Inch Nails - Right Where It Belongs

see the animal in it's cage that you built
are you sure what side you're on?
better not look him too closely in the eye
are you sure what side of the glass you are on?
see the safety of the life you have built
everything where it belongs
feel the hollowness inside of your heart
and it's all
right where it belongs

what if everything around you
isn't quite as it seems?
what if all the world you think you know
is an elaborate dream?
and if you look at your reflection
is it all you wanted to be?
what if you could look right through the cracks
would you find yourself
find yourself afraid to see?

what if all the world's inside of your head
just creations of your own?
your devils and your gods
all the living and the dead
and you really are alone
you can live in this illusion
you can choose to believe
you keep looking but you can't find the woods
while you're hiding in the trees

what if everything around you
isn't quite as it seems?
what if all the world you used to know
is an elaborate dream?
and if you look at your reflection
is it all you wanted to be?
what if you could look right through the cracks
would you find yourself
find yourself afraid to see?

9 Temmuz 2009 Perşembe

Türkiye'nin Oprah'sı kim?

Oprah Winfrey'in Amerika üzerindeki etkilerini bilirsiniz. Bilmiyorsanız şöyle söyleyeyim, Oprah sadece bir gazeteci veya talk show'cu değildir. Amerika'nın can ciğer kuzu sarmasıdır. Ekranlara kitler, samimidir, sıcaktır, şakacıdır, özellikle de fast food çılgını XXL Amerikalı kadınların ilahıdır. Programında bir ürün tanıtırsa, ertesi gün o ürünün satışları da patlarmış, bunu da yeni öğrendim. Haberleri en çok yapılan ünlülerdendir. Oprah Winfrey ayrıca, Forbes dergisine göre 20. yüzyılın en zengin siyahi Amerikalısı ve 2004 yılı itibarıyla dolar bazında dünyadaki tek siyahi milyarderdir. TIME dergisine göre de her sene yapılan "Amerika'nın en etkili isimleri" listesinde hep üst sıralarda yerini alır. Hatta bunu da yeni öğrendim, Amerika'da "Oprah Effect" diye bir belgesel bile hazırlanmış. Hatta şu sıralar Oprah, televizyon kanalındaki tüm çalışanları ve onların ailelerine bir "gemi" tutarak onları 2 haftalık bir mavi yolculuğa çıkarması, tüm masrafları kendisinin karşılaması ve seyahatinde Türkiye'ye de uğramış olması ile gündemimizi meşgul etmekte.

Peki, sizce Türkiye'nin Oprah'sı kim? Yukarıda saydığım özellikler birçok insana "Türkiye'nin en güvenilir kadını" seçilen Seda Sayan'ı çağrıştırsa da ben bu görev titrine nedense Saba Tümer'i yakıştırıyorum. Saba da Oprah gibi senelerini gazeteye ve televizyona vermiş ama orta yaşlarının zirvesinde kariyerinin doruğuna ulaşmış başarılı bir televizyoncu. Bir anda sivrilen ve reytinglerini de aynı oranda sivrilten bir isim. Çok sempatik, doğal, gülüşü zaten şimdiden dillere destan oldu. Hatta gülüşü için onunla evlenirim diyen erkek hayranlarının bile sayısı gitgide artıyor. Ya çok seviyorsunuz onu ya da nefret ediyorsunuz. Programında konuşulan bir konu ertesi gün hemen gazetelerde veya haber sitelerinde "Saba Tümer'in programında bıdı bıdıyı açıklayan bıdı bıdı" şeklinde yayınlanıyor. Hemşeri kontenjanımdan da zaten yerini ayrı tutuyorum ayrı. İzmir milliyetçisi kendisi de benim gibi. Hem kilo bakımından da yakında neredeyse birbirlerini aratmayacaklar. Ne dersiniz, Saba Tümer'den bir Oprah Winfrey olur mu?

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Artık Kısa Cümleler Kuruyorum.


Sizi bilmem ama ben karar verdim,
Su gibi duru olup hep akmaya..
Başka sular tanıyıp çoğalmaya,
Dalgalanmaya, taşmaya..
Son günlerde çok düşünür oldum,
Zor zamanları çabuk atlatır oldum..
Yalnız mıyım insanlar içinde?
Arkadaşlarım, aşklarım içinde?
Yara aldım bundan iki yıl önce,
Hiç susmadım, şarkı söyledim günlerce..
Artık kısa cümleler kuruyorum.
Sevdiklerim, sevmediklerim yanımda.
Kabullendim her şeyi olduğu gibi,
Yola çıktım, yarınlara..
Son günlerde çok düşünür oldum,
Zor zamanları çabuk atlatır oldum..
Bakıyorum aynaya her gece
İçim rahat, biraz yorgunum sadece.
Hayatıma giren herkese, yaşanmış her şeye
Teşekkürler..
Büyüyorum sizinle..

30 Haziran 2009 Salı

Michael Jackson neyi işaret ediyor?

Benim bazı dönemler için belirli işaretlerim vardır. Misal, küçük bir kız çocuğuyken "kaş aldırmak" büyümek demekti. O zaman genç kız olunurdu. Eğer otobüste size yer verilmeye başlanırsa o zaman da "yaşlı" olursunuz. Michael Jackson'ın ölümünün üzerinden 4 gün geçti. Öldüğü gece internet başında olduğumdan saniyesi saniyesine gelişmeleri izleyen biri olarak ben de herkes gibi haberleri okudum, foto galerilerine baktım, üzüldüm. Çok büyütüp de facebook'ta sayfa sayfa videolarını yayınlamadım, söylediği sözleri msn iletileri yapmadım ama üzüldüm. "Sen hiç etkilenmedin galiba" diyenlere de "zaten yaşayan ölü gibiydi" diyordum. Geçirdiğim kadınsal dönemin hassasiyetinden midir nedir dün ilk defa MJ'ın ölümüne ağladım. Sanırım algılamada sorunum var, üzerinden 4 gün geçti yahu! Hani bazı insanlar vardır ya sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi gelir, onlardandı Michael Jackson. Çocukluğumda da vardı, gençliğimde de. Ne zamanki dün haberlerde MJ için camdan bir tabut düşünüldüğü söylendi ben ağladım! Düet yaptığı insanları gösterdiler, klibinde oynattıkları ünlü oyuncuları, mankenleri. Naomi Campbell "In The Closet" klibinde gencecik. Britney Spears 2001'de henüz kafayı yememiş, Michael Jackson'ın 30. sanat yılı kutlamalarında MJ ile "The Way You Make Me Feel" düeti yaparlarken kariyerinin doruklarında. Jackson, dün haberlerde yayınlanan eski bir görüntüsünde "ben sonsuza kadar yaşamak istiyorum" diyordu utanarak. Ben onu hep mazlum bir ifade ile hatırlıyorum. Karısını öperken bile üzerindeki çekingenliği ile. Michael Jackson'ın ölüm haberinden hemen sonra Madonna'nın demeçlerini araştırdım. "Ağlamayı kesemiyorum" diyordu, suratı ağlamaktan kıpkırmızı. İkisinin birarada bir performansının olmaması büyük eksik benim için. Şimdi Madonna da ölürse, 80 kuşağının bir devri tamamen kapanmış olacak. Demek ki bir işaretim de buydu. "Michael Jackson öldüğünde geçmişinize dönersiniz" işareti.

Ajandama bakmam lazım!

Evet, bir süredir ajanda kullanıyorum. Hem de National Geographic promosyonu, böyle üzerinde yavru kaplanlar filan var, ufacık bişey. İnanılmaz bir rahatlık. Özellikle uzun süredir görüşmediğiniz insanlara vakit ayırıyorsanız, malum yaz ayı bollaşan etkinlikleri unutuyorsanız, birine bir gün için söz verip sonra başkasına da aynı gün için söz verip sonra ikisini birden unutuyor ve iki taraflı trip yiyorsanız kesinlikle ajanda edinmenizi tavsiye ediyorum. Arkadaşlarınızın doğumgünleri, yapacak işleriniz, hatta "ben şu gün ne yapmıştım?" gibi sorularınız için de birebir ayrıca. Değişikliklere kolay uyum sağlayan bünyemle hemen ısındım kendisine, şirkete gelince çantamdan sigara ile beraber ajandamı da çıkarıyorum. Biriyle mi sözleştiniz, çat yazıveriyorsunuz, işte bu kadar! Böyle de savunurum kendisini: Ajanda popülarite sayacı değil, balık hafızanızın kılıfıdır efendim.

26 Haziran 2009 Cuma

Yalnız kalpler sütunu.

Merhaba, ben yalnızlığının 10. senesini doldurmuş bir kadınım. Dile kolay tam 10 senedir yalnızım. 15.Haziran.1999 senesinde 2 senelik ilişkisini noktalamış ve tarihler bugünü, tamı tamına 26.Haziran.2009’u gösterirken yalnızlığının onuncu senesi ve onbirinci gününe adımını atmış biriyim. Şu an 25 yaşımı yaşarken, tüm gençliğini belirsiz silüetlerle, yarı yüreksiz geçirmiş bir kadınım. “Yok artık” der gibisiniz. Hiç gören olmamıştır beni şöyle devamlı 3 ay boyunca “sevgilim” dediğim insanla yan yana. En yakın arkadaşlarım beni biriyle elele hatırlamazlar. 10 senedir bir sinemaya, konsere gidip yanımdaki adama omzumu yaslamışlığım yoktur. Doğum günlerimde yanı başımda bir el tutmuşluğum, yeni yıllarda saat 12'yi gösterdiğinde birini öpmüşlüğüm de yoktur. Kendi hayatınızda bunu düşünsenize, 10 sene boyunca bu hissiyattan mahrum olmak nasıl hissettirir? Korkutucu mu? Evet, ben 10 senedir yalnız olan, buna rağmen güçlü olabilen bir kadınım. Güçsüz olsam bugüne dek çok düşmüştüm. Güçsüz olsam yalnızlığımdan şimdiye kadar çok kez korkmuştum. Güçsüz olsam çok isyan etmiştim. 1999 Haziran’ından beri 2 aydan daha uzun süren bir ilişkisi olmayan bir kadın. Hayatındaki ilk hayal kırıklığını ve takiben diğer ikisini daha “babalarından” görmüş, yine de kendine hasar vermemiş kadın. Son 4 senesini “ben ilişki istemiyorum” yalanını tekrarlayan erkeklerle geçirmiş kadın. Yine de inancına atılan her balta darbesinden sonra, kalkıp yaraları ile etrafına gülümsemiş olan kadın. Sakinliğini her daim korumuş, ikili ilişkileri daha çok etrafını gözlemleyerek öğrenmiş, üçüncü gözünü açtığında “saçma” bulduğu bir çok gereksiz duygu ve düşünceye kendi “ilişkiciklerinde” yer vermemiş, halinden şikayet etmemiş, hissettiği ne ise onu yaşamaktan kaçmamış, stratejilere kendini kaptırmamış, kalıpları kabul etmemiş. Yalnızlığı ile iyi geçinebilen, geçmişiyle kavgasız. Sevince sevilmemiş, sevemeyeceği bir seveni bile olamamış bir kadın. Kafasını yastığına koyduğunda yaşanmışlıklardan o kadar yorgun, samimiyetsizliklerin o kadar farkında, bir o kadar rahat ve aynı zamanda düzenden rahatsız. Annesinin kaderini paylaşmaktan ölesiye korkan ama her geçen gün o kadere daha da yaklaşan kadın. Eğer “O” sana gelecekse en son gelsin, film mutlu sonla bitiyormuşçasına “SON” olsun, her şeyin bittiğini sandığın anda gelsin, en umutsuz anında gelsin, manası ile beraber gelsin. "O" şu an bir yerlerde hayatını yaşıyor, bir gün bir yerde karşılaşacak olduğunu düşünmek bile heyecanlı. Heyecanı ile gelsin. Yüzünü dökme küçük kadın, hayat sana bildiği gibi gelsin.

8 Haziran 2009 Pazartesi

3055.

Ufak tefek şeylere hala heyecan duyuyor olabilmemi çok seviyorum. Misal, sezonun açılışını yaptığım Harbiye Açıkhava Konserleri. Eskiden beri severim Harbiye Açıkhava'yı. İçeri girdiğimde böyle garip bi şekilde heyecanlanırım filan. Ya da Olafur Arnalds'ın ilk defa dinleyeceğim yeni albümü ile uyuyacak olmam mesela.. Veya ne biliyim, belirsiz bile olsa yüzümde tebessüm ettiren o güzel küçük anlar. Polyanna olmadığımı, hatta Erdener Abi seviyesinde rahat oluşumu da herkes bilir halbuki. Yine de hala heyecanımı ve utanma duygumu kaybetmediğime seviniyorum. Bunun sevinilecek bir yanı olup olmadığını bile bilmememe rağmen.

4 Haziran 2009 Perşembe

iki bilinenli denklem.

Eğer bir dış etken seni üzüyorsa, verdiği acı o şeyin kendisinden değil, senin o acıya yüklediğin değerdendir. Onu da her an ortadan kaldırma gücün vardır zaten..

28 Mayıs 2009 Perşembe

hoptek moptek.

Kolbastıdan çok korkuyorum. Ellerini kollarını sallayarak bacaklarını ve kafalarını durmaksızın oynatmaları bir gece rüyama girerse altıma yapabilirim. Korkunç değil mi? Hoptek ve faroz kesmesi diye çeşitleri de çıkmış. Kızlar yaptığı zaman daha korkunç oluyor. Kuduz olup krize girmişler ya da elektrik vermişler gibi. Neden aylardır insanlar kolbastıyla yatıp kolbastıyla kalkıyor? Bi tek bana mı korkunç geliyor? Sonra, "göbeği ata ata uludağ limonata" da bir o kadar mide bulandırıcı. Neden göbeğimi ata ata limonata içeyim? Sonra şu bebek bezi reklamındaki çizimle oluşturulmuş iki korkunç çocuk. Rober Hatemo'nun şarkısı yeteri kadar korkunç değilmiş gibi sanki bir de bebek sesiyle bunlara o şarkıları söletmişler. Yapmayın, etmeyin, korkuyorum yahu.

26 Mayıs 2009 Salı

Son zamanlarda...

En çok şunlara üzülüyorum:

Oi Va Voi'nin konserine girişim olabildiği halde gitmeyişime. Yalın çocukcağızımın "Bit Pazarı"ndan dolayı üstüne çok gitmelerine. Tavuk çevirme bile bulunabilen mahallemde, sapı kopan çantamı yaptırabilecek bir çantacı bulunmayışına. Ütü yapmaktan ölümüne tiksinen bir bünyeye sahip oluşuma. 15 senelik televizyonun "tüpünün" uzun zamandır izlemek için can attığım "The Fall"u izlerken bitmesine.

En çok şunlarda iddialıyım:

"Dikkatli" yemeyi bırakmamakta. Dikkat ettiyseniz "diyet" demiyorum. Elimde hali hazırda 3 sezonu mevcut olan "How I Met Your Mother"a başlamakta. MSN Games' de bulunan "Mayın Tarlası" oyununda. Tık demeden 07:30 da uyanabilmekte. Bloğuma yaz kreasyonuna uygun bir şablon seçmekte, ki göründüğü üzere yaptım bunu.

En çok şu sorulara yanıt arıyorum:

Zeynep daha ne kadar "beni dışlıyosunuz dimi" diyecek? Magazin programları ne zaman fonda "İsmail YK - Çatlak Zilli" çalmaktan vazgeçecek? Adres tarifini kusursuz anlayabileceğim bir yer var mı yeryüzünde? Hadise ve Sinan Akçıl "Düm Tek Tek"in teliflerinden kaç para indirmiştir? Şişhane metro çıkışından Taksim'e çıkana kadar kaç basamak var?

En çok şunları izliyorum:

Facebook'un gereksiz video çöplüğüne dönüşmesi sonucu "1 Kadın 1 Erkek". Lost 5.sezon. Kanal D' sinden Olay TV' sine kadar düşünebileceğiniz tüm magazin programları. Napalım iş gereği mesleki deformasyon.

En çok şunları dinliyorum:

Hande Yener "Hayrola" albümü, Göksel "Mektubumu Buldun Mu?" albümü, Teoman "İnsanlık Halleri" albümü, Oi Va Voi' nin 4 albümünü birden, Nine Inch Nails - tamamen random, Röyksopp "Junior" albümü, Norrda "Infinite Face" albümü, Yasemin Mori "Hayvanlar" albümü. Şirketin yanındaki ilköğretim okulunun "Hababam Sınıfı" melodili teneffüs zili. Mütemadiyen Nagihan'ın telefon melodisi.

17 Mayıs 2009 Pazar

Kalbimi kırma, bir gün duracak nasılsa.

Hani yeni yıl ile beraber insanlar bazı kararlar alırlar. Gazetelerde, dergilerde dosya haberler yapılır, yeni yılda şunları yapın, şöyle olun böyle olun bıdı bıdı diye. İnsanın başına ne zaman ne geleceği belli olmuyor işte, ben de bunları yıl ortasında farkettim. Birkaç zamandır teflon tava gibiyim. Hiç birşey bana yapışmıyor. Down triplere girip kendimi harap etmiyorum. Bu durumumdan şikayet ettiğim de olmadı. Ben artık hiç bişey hissetmiyor muyum acaba, hissetme özürlü mü oldum diye de dönüp bakmadım açıkçası. Çünkü özellikle annemin yanıma son gelişinden sonra hayatta sağlıktan ve ölümden başka çok da fazla mutsuz olacak kadar önem taşıyan herhangi birşey göremiyorum. Yakın bir arkadaşımla konuştukça bu olguyu daha da sağlamlaştırıyorum. Diyor ki bana: "Hayatımız boyunca hep mutlu olmak için yaşamıyor muyuz? Yegane isteğimiz mutlu olmak değil mi? O zaman neden kendimizi bad triplere sokuyoruz?" Bilmiş bilmiş cevap veriyorum: "Hayalkırıklığı yaşıyoruz çünkü" diye. Demek ki beklentimiz var ki hayalkırıklığı yaşıyoruz. E neden o zaman beklenti içine girioruz ki? Kim bize beklentin olsun diyor? Yaptığımız herşeye sıfırdan başlıyorsak eğer bu beklenti ne diye? Olursa sevinirsin, olmazsa eğer beklenti içine girmediğin için çökmemiş olursun. Ayrıca beklenti içine girmek gibi bir hakkımız da yok. Ne olacaksa o oluyor sonunda çünkü. Senin için "sen olmazsa olmazsın" diyen insan şimdi seni görmüyor mu? Sen de oturup ağlıyorsun, üzülüyorsun. Eeee? O sana öyle dedi diye sen gerçekten de "olmazsa olmaz" mısın yani? Kim sana onun gitmeyeceğinin güvencesini vermiş? Sen başkasına gitmeyeceğinin güvencesini verebiliyor musun? Anlık söylenen şeylere ne çabuk kanıyor, ne çabuk mutlu oluyorsun.. Bu da hayalkırıklığı işte. Beklenti varsa daha çok hayalkırıklığı olur. Hayatına bakmak lazım, ne takdir beklemek hayati önem taşıyor ne de yaptığın şey görülmesini beklemek.

Özellikle son zamanlarda böyle hissetmemin bir nedeni daha var. Mutsuz hissettiğim zamanlar içten içe "neden mutsuzum?" diye soruyorum. Mutsuz olduğumu hissettiğim anda, o mutsuzluğu kendimi harap ederek dibine kadar yaşamaktansa "nasıl bunu düzeltebilirim"i aramaya başladım. Eğer mutsuzluğuma karşılık içimden gelen cevap "keşke şu olmasaydı" gibi "keşke" içeren bir cevapsa, şunu biliorum ki, "keşke" diyecek birşey yok aslında. Çünkü o zamana tekrar geri dönsem, tekrar elimde aynı şartlar olsa, ben tekrar aynı yapıda ve aynı kişi olacağım için yine izlediğim yolu seçecektim zaten. E o zaman "keşke" dememin ne anlamı var ki?

Mutsuzluğumu sorguladığım zaman içimden gelen cevap uzun zamandır hayatımda birinin olmaması ise, birden bir soru daha beliriyor. "Neden ben birine ihtiyaç duyuyorum?" Cevap: "Hayatı paylaşmak için, birinin sevgisine sığınmak için, sarılmak için vs vs.." O zaman ben yalnızlık korkusu içinde mi oluyorum? E zaten doğduğum andan beri yalnızım. Ben bir bireyim ve birey temelinde tek kişidir, yalnızdır. Güvende olma ihtiyacımı bir insanla mı kapatıcam? Tamam sarılmak vs. bunlar çok güzel paylaşımlar ama bunları hep dışarıdan görmüyor muyuz? Biri hayatına giriyor, birlikte çok güzel şeyler yaşıyorsun sonra bitiyor ve kendini harap ediyorsun. Neden? Bir daha o güzellikleri o insanla yaşayamıcağın için. Bir daha elele onunla yürüyemeyeceğin, beraber uyuyamayacağın için. Yani temelinde "yalnız kaldığın" ve yine sıfırdan başlayacağın için. Uzun zamandır o kadar alışmışsın ki herşeyi onunla yapmaya, o gittiğinde yönünü arayan devreleri bozulmuş robotlar gibi kalıyorsun. E gitmek istiyorsa, yalnız kalmak istiyorsa, ya da başkasını istiyorsa neden ben "yalnız kaldım" diye mutsuzluğa düşeyim? Yaşadığım, öğrendiklerimle yanıma kar kalmalı. "Evlenmek" isteğinin temelinde de bu var. "Evlenmek" zaten öğretilmiş birşey değil mi? Evlenme kavramını bilmesen bunu yerine getirir misin? Hayatının sonuna dek güvende olmak istiyorsun işte. İyi de güvende olmak, bir insanı sevmek bu mu acaba gerçekten?

Mutsuzluğumun temelinde daha iyi şartlarda olmak varsa düşünüyorum. Harekete geçmeyip şikayet ettiğim sürece ne değişecek? Önüme milli piyango çıkacak olan tam bilet mi konulacak? Bu kabulleniş değil aslında. Ne zor şartlarda yaşayan insanlar var. Onlar geliyor aklıma. Ya sarılmak gerek yapılan şeye ya da etrafına bakmak "şartlarımı iyileştirecek daha ne yapmalı?" diye. Birçok insan kararlarını kısıtlı zamanlarda veriyor. Sevebileceğin insanı seçmek, yapacağın işi seçmek, gideceğin okulu seçmek gibi birçok şeyin kararını enine boyunda düşünmeden veriyorsak şikayet neyi değiştirir? Hayatımızı bu kısıtlı zamanlarda verilen kararlar yönlendiriyor zaten. Bir insanı seçiyorsun, o yöne doğru direksiyonu kırıyorsun ve o yolun sana gösterdiği tabelalarla ilerliyorsun. Bir işi seçiyorsun, onun istikametine giriyorsun, o yolda karşına çıkan fırsatları değerlendiriyor ya da diğer duraklarından geçiyorsun. Kararını sen veriyorsun zaten, sonuçlarını görecek veya değiştirecek olan da sensin. Kendi hayatının başrolüsün sen. Durmak istediğin yerde durur, istediğin yerde direksiyonunu kırarsın. Etafımızda yeteri kadar mutsuz insan görmekten sıkılmadık mı zaten? Neden bir de ben kendimi mutsuzluğa adayıp o güruh içine katılmak isteyeyim? Yeterince kalabalıklar zaten, bir de bana gerek yok bence. Tabi ki hissiyat denen şey var, tabi ki insanın büyük bir parçası hissiyat. Mutsuz olmamak için uğraşmak zaten robotlaşmak, tek tipleşmek değil ki. Büyük ihtimalle, Allah korusun beni şimdi işten çıkarsalar ben de eve dönüş yolumda içim çıkarcasına ağlarım herhalde.

Tek birşey var ki değiştiremezsin. Ölüm. Ölüm, "aman sevgilim beni terk etti, aman en iyi arkadaşım beni sattı" gibi bir kayıp değil. O insanı bir daha göremeyeceksin çünkü seninle aynı yerde yaşayamayacak. Canın istediğinde bi telefon açıp sesini duyamayacaksın. Bir mezar taşından ibaret olacak o kadar. İstesen de birşeyleri artık değiştiremeyeceksin. Pamela Spence ablamızın dediği gibi; "herşey boş aslında şu ölümlü dünyada, kalbimi kırma bir gün duracak nasılsa".

Çok uzun süre ben de farkında olmadan reddettim belki ama kendine karşı dürüst olmak gerek. Özellikle de kendin hakkında düşünerek konuşmak gerek. Yazımı, beni bunları düşünmeye iten yakın arkadaşımın aklımda uzun yıllar boyunca kalacağını düşündüğüm bir cümlesi ile bitirmek istiyorum. "İnsan denilen varlık çok büyük bir yalancıdır, çünkü en başta kendine yalan söyler".


15 Mayıs 2009 Cuma

Tehlikeli kadınlar & Değişken erkekler

Evet ben kadınlardan korkan bir kadınım. Haklarını yemeyelim, hepsinden değil bir türünden. Kadınların, "yok artık lebron james!" diyeceğiniz erkekleri bile muma çevirme, 360 derece değiştirme güçleri vardır. Genellikle cümle öbeklerinde "mersi, şekerim, canikom" gibi "what the fuck?" tepkisi vereceğiniz kelimeler kullanan kadınlar bu işi tahmin ettiğinizden daha iyi kıvırırlar. Çok yakınınız olan erkek dostunuz, fazla işlem görmüş elementlerin metal yorgunluğundan incelip kopması misali, bu türdeki kız arkadaşından ayarı yiyince, balatası da biraz fazla sıkılınca, "size mesafe koymak" ile "sizinle hiç konuşmamak" arasındaki o ince çizgiyi algılayamayarak, birdenbire size mahalle bakkalıymışsınız gibi davranmaya başlar. Hem de sadece erkek cinsiyetine değil, kadın cinsiyetine dahil olduğunuz için. Bir sevgilisi olana kadar gündelik hayatınızla ilgili birçok şeyi konuşup paylaştığınız yakın arkadaşınızın, sevgilisi olduktan sonra hayatınıza dair öğrenmek isteyeceği hiç birşey kalmaz. Ona kendi kurduğu "ikili" hayat yeterlidir. Bi de sizinle iki çift muhabbet etmesine ne gerek vardır? "Baba" yerine koyduğunuz, defalarca omzunda ağladığınız, fikrini sorduğunuz, aynı şeyi söyleyince birbirinize bakıp kahkahalar attığınız, oyunlar oynadığınız dostunuzdur o. Mazallah anneniz ölse, sizin başınıza bi kaza gelse en son o duyar. Üstelik "acil durumda aranacak ilk kişi" listenizde onun adı olmasına rağmen. "Merhaba" deyip yanağından öpmeniz bu erkeklerimiz için caiz değildir, günahtır. Ellerinde olsa suratınıza bile bakmayı günah sayarlar. Neme lazım, elinizden birşey almaları gerekirse eğer, parmağının ucuyla alıp koşa koşa eski yerlerine geri dönerler. "Hayırdır inşallah?" diyip iyi niyetinizle anlamayı ve konuşmayı denersiniz ama ben size söyliyim, "dostluk" kurumuna ve yaşadıklarınıza saygısı olmayan "yakın" dostunuzla konuşmaktansa, duvara konuşun aynı şey. Bir şey değişiyor sanıyorsanız, daha bekleyecek bolca zamanınız var demektir. Ama siz deneyin tabi konuşmayı, denemesi bedava. İçinizden, dostunuzu omuzlarından tutmak suretiyle "hey arkadaşım, kendine gel! benim ben, dostun!" diyerek sarsmak mı geliyor? Haddinizi bilin, edebinizle önce gidin sevgilisinden onaylı bir izin belgesi ile bir yetki belgesi alın. Bugün gidin, yarın gelin, bugün gidin yarın gelin. Arkadaşınıza insaniyet namına birşey sorarsanız, alacağınız maksimum cevaplar:

a) Evet
b) Hayır

seçeneklerinden biridir. Eğer bu cevap, kazara kuracağı bir cümleye tamamlanıyorsa, o cümle muhakkak bir veya birden fazla emir kipi içerir. Aman ha bir zamanlar yakın iki arkadaş olduğunuzun göstergesi olan "canım, annem, kuzum, dostum" gibi hitap şekilleri seçmeyin. Seçicekseniz de buzdolabı karşısında birkaç egzersiz yapın ki, yakın arkadaşınızın bu haline alışmanız daha az zaman alsın. Sonra karşıdan soğuk hava dalgası gelince, aynı tepkiyi arkadaşınızdan alamadığınızda öyle birden şoklamayın. Kendinize üvey evlat muamelesi yapıldığını da düşünmeyin çünkü şunu bilin ki üvey evlatlar bile sizden daha iyi muamele görüyorlar. Yani üvey evlatlara haksızlık etmeyin. Lise hayatımdan beri hangi erkeği "dostum" olarak gördüysem, sağolsunlar canlarım beni hiç bu konuda yanıltmadılar. Dolayısıyla yukarıda yazdıklarım, anlık bir olay sonucu değil, senelerin tecrübesi ile sabittir. Ben bugünden itibaren nazarlık takmaya ve "acil durumda aranacak kişi" listemi güncellemeye karar verdim. Yoksa benim sonum trajikomik bir şekilde ya hemcinslerimden ya da dost bildiğim erkeklerden olacak.

7 Mayıs 2009 Perşembe

ortaköy-tünel hattı.

bu sabah ortaköy'de tek başıma oturup sigara içiyordum. hava güzel, deniz sakin, etrafta 3-5 insan var. ortaköy için hiç de alışık olmayan bir görüntü yani. yanıma bi güvercin geldi, suratıma baktı ve olduğu yere sıçtı. aynı günün akşamı bi deja vu yaşadım diyebilirim. tünelde dışarda oturduğum masanın yanından iki sevgili yürüyerek geçerlerken birden tam da benim yanımda durup öpüştüler. peki o halde neymiş? yanımda güvercinin sıçması ile iki sevgilinin öpüşmesi bende aynı etkiyi yaratıyormuş.

1 Mayıs 2009 Cuma

down'ım, down'ım, down'ım!

zaten güne gördüğüm rüyayla başlamamdan belliydi bir gariplik olduğu. sabah uyanınca "nasıl olur ki?" diye düşünmedim değil. rüyamda sadece 400 kişinin alındığı bir salonda madonna konser veriyordu. bir kere saçmalığı buradan belli. o şanslı 400 kişinin arasında ben, melis, zuhal ve zeynep nasıl bulunabiliyoruz? o kadar parayı nereden bulduk? hadi zuhal bize fbi görünümlü havalı basın kartı ile basın protokolünden giriş ayarladı diyelim. peki madonna konser bitince neden dördümüzün yanına gelsin? hatta melisin küpelerine bakıp da "aa ne kadar güzeller" desin. sonra fotoğraf çektirmeyi unutalım ve "hass.. nasıl unuttuk oğlum fotoğraf çektirmeyi" diyelim. halbuki madonna 400 kişiden dördümüzün yanına gelmiş dimi, istersek kulise eli kolu sallaya sallaya girer "pardon ya biz salağa bağladık da biraz hanımefendi yanımıza gelince, fotoğraf çektirmeyi unutmuşuz işte bi foto çekilip gidicez" diyebiliriz. neyse bunu yapamadan ben uyandım. evimde uzun zamandır huzurlu bir kahvaltı yapmadım hazır nadiren tek başımayken güzel bi kahvaltı yapayım deyip mutfağa doğru yol aldım. doruk'tan bugüne kadar öğrendiğim en yararlı bilgiyi kullanarak, melis ve gülce'nin en yakın şahitleri olduğu, "yıkılan menemen" adını verdiğim menemeni yapmak için işe koyuldum. o da ne? BIÇAĞIM YOK! her zaman, her işimde kullandığım favori bıçağım ortada yok. abartısız on beş dakika o bıçağı aradım. tencerelerin içlerine bile baktım. üşenmedim annemi aradım. "anne sen bi yerlere koymuş olabilir misin?" derken, kadın da hattın diğer ucunda neden bi bıçak için kontürlerime kıydığımı düşünüyordur herhalde. hal böyle ki, rock'n coke'a nine inch nails'in geleceği haberi ile tavan yapmış olan yaşama sevincim, bıçağımın kaybolması ile yerle bir oldu. anladım ki "benim" dediğim şeyin büyüklüğü-küçüklüğü, anlamı-anlamsızlığı her ne olursa olsun kaybolduğu zaman burnumun direğini sızlatıyormuş. huzur içinde yat bıçağım..

26 Nisan 2009 Pazar

krishna says.

"we will see how very important it is to bring about, in the human mind, the radical revolution. the crisis is a crisis in consciousness-- a crisis that cannot, anymore, accept the old norms, the old patterns, the ancient traditions. and considering what the world is now, with all the misery, conflict, destructive brutality, aggression, and so on… man is still as he was; is still brutal, violent, aggressive, acquisitive, competitive. and, he’s built a society along these lines."

22 Nisan 2009 Çarşamba

çöplük.

Yağmurlu bir günde bir kadın
Yitirmiş en sevdiği adamını
Yitirdiği gibi seneler önce babasını..
İçi boş kalpler çizmiş tonlarca
"Kalbi kadar temiz" sayfalara..
Çöp adamlar iliştirmiş kenarlarına
Ama çöp kokusu sinmiş tüm ruhlara..

23.04.2009
01:10

19 Nisan 2009 Pazar

to leap or not to leap.

when you're young, your whole life is about pursuit of fun.. then you grow up and learn to be cautious.. you can break a bone, or a heart.. you look before you leap.. and sometimes you don't leap at all.. because there is not always someone there to catch you.. and in life, there's no safety net.. when did it stop being fun and start begin scary?

4 Nisan 2009 Cumartesi

her kabul ediş, sessiz bir isyanla başlar..

Günlerden bir gün 'o bir yana dünya bir yana' gözü ile baktığım birine "iyi kötü bir işim var, beni seven benim de sevdiğim dostlarım var, pırlanta gibi bir ailem var ama sen olmadığın zaman sanki tüm bunların benim için hiçbir anlamı yokmuş gibi geliyor, hiç bir şeyden keyif alamıyorum" demiştim ağlayarak. Biraz önce o güzel dostlarımdan biri öyle cümleler kurdu ki şu an kendi içinde bulunduğu durumla ilgili, onun içten gözyaşları beni o güne tekrar geri götürdü. "Yeni doğmuş ve yüzme öğrenmek için denize atılmış bebek gibiyim, sanki tüm bildiklerim yanlışmış gibi hissediyorum" diyerek. Aslında herşeyin o kadar farkındayız ki.. Hayata 3 senedir gülerek bakan ama son 1 aydır boşluğa düşmenin nasıl bir şey olduğunu gören dostumun, bu söylediği şeyler bana hiç yabancı gelmedi. Aksine beni, geçmişimdeki hep bir öncekine, sonra ondan öncekine, sonra da ondan öncekilere götürdü. Herşeyi o saflığıyla sevdiğimiz zamanlar, o sevgi bizi terkedince saflık da eş zamanlı olarak terkediyor. Hep önüne bakıp bir sonrakine tutunmak istiyorsun, o da zarar verince bir sonrakine, sonra bir sonrakine.. İncinmiş, incitilmiş insanlar silsilesi hep koruma kalkanlarıyla geziyorlar. Birbirleri ile karşılaştıkları zaman da maskeli zorlama mutluluklar doğuruyorlar. Çok sevdiği ve tüm saflığı ile bağlanmış oldukları insanlardan ayrılanlara baktıkça yüzlerinde hep aynı korkuyu görüyorum. Bundan sonra ilerleyecekleri yol öyle taşlı, öyle kötülüklerle dolu, öyle gerçek, öyle silik ve öyle zor ki.. Üstelik yalnız ilerleyecekler. İçten gelerek kahkaha attıkları o günlerini özleyecekler. Saflık beni terkettiğinden beri ben de hiç kendimi mutlu görmedim. Güldüm, eğlendim, kendimi havada geziyormuşum gibi hissettim zaman zaman. Ama kendimi hiç o günlerdeki gibi mutlu görmedim. Onlar da mutsuzluktan korkuyorlar. Tutundukları tüm dalların kırılacaklarını biliyorlar çünkü. Sanki bir daha hiç acı hissedemeyeceklermiş, bir daha hiç bir şey onları daha fazla kıramayacakmış, hep sol yanları eksik kalacakmış gibi yaşayacaklarlarını biliyorlar. Eğer sen de onlardan biriysen, 2009 model dünyaya hoşgeldin arkadaşım. Dilerim bundan sonra aşklarını 1999 model yaşarsın...

31 Mart 2009 Salı

-mış gibi.

Kendi içimde düzenimi değiştirdim. Daha doğrusu 'değiştirildim'.
Tek başına yaşamaya geri döndüm. Daha doğrusu 'döndürüldüm'.
Üçüncü şahıslar ile hayatımın ne kadar değiştiğini gördüm. Daha doğrusu 'gösterildi.'
Yapılan son dakika tercihleri, sağ gösterilip sol vurmalar ile birden dengelerin nasıl da değiştiğini öğrendim. Daha doğrusu 'öğretildim'.
İhtiyaç duyulan kontenjan dolunca sadece kendi sesimi işittim. Daha doğrusu 'işittirildim'.
Şimdi mevcut duruma alışmaya çalışıyorum. Daha doğrusu 'alıştırılıyorum'.
Bugüne kadar yaşatılanlar ve bir gün bunların da yaşanacağı 'hatırlatıldığı' için teşekkür ederim.

23 Mart 2009 Pazartesi

sığmıyor artık kimse hayatıma.

bir yerde iki farklı el birleşirken, başka bir yerde benim ellerim iki yanıma düştü.. sessizlik.. yoğun sigara dumanının etrafa yayıldığı oda çok sessiz.. can havliyle cam açıyorum, hava almam gerek. hava gelmiyor. hayır, hayır geliyor aslında.. sadece ciğerlerim almıyor. çok sessiz.. parkeye bir damla düşüyor. ama bu defa akan rutubetli tavanımdan değil. bir yandan tüm odayı darmadağın edecek güce ve isteğe sahipken diğer yandan kollarım uyuşuyor, kaldıramıyorum bile. öyleki sigaramı bile taşıyamıyorum iki parmağımın arasında.. ama sesim çıkmasın diye elimi ısıracak gücüm var... kendimle çelişiyorum.. "neden?" böyle isyan etmek istiyorum. daha fazlası değil. sadece "neden?".. bir kadın kahkahası çalınıyor kulaklara. benim odamda ise kulakları çınlatan sessizlik.. kedim odama girmeye çalışıyor. hayır yanlış geldin, kahkahaların olduğu oda burası değil. burası sessizlik.. burada neşe olmaz. hiç olmadı.. burası matem. temiz hava karışıyor yoğun sigara kokusuna. tazeliği hala içime çekemiyorum. çok sessiz.. su altında gibi duyuyorum. midem de bulanmaya başladı. yüreğim sıkıştıkça içim üşüyor, içim üşüdükçe yoruluyorum. yoruldum. çok yoruldum.. daha 1 saat önce izlediğim oyundan bir diyalog aklımda: 'yapacak birşey de kalmadı, daha ne kadar bekleyeceğiz?'.. kendimi uykunun eline bırakıyorum. başka bir şehre gitmek ister insanlar sığmadıkça kendi hayatlarına.. sabah yanından geçtiğim tabelada "Kocaeli İl Sınırı" yazıyor. ama hiç birşey değişmedi. hep değişir zannederdim. ahh.. yine burnumun direği sızladı. sabah 07:20. soruyorlar, neyin var? benim neyim var? arabada michael jackson 'remember the time' çalarken, son 1.5 senemi sabah 07:20'de nasıl anlatabilirim ki size? beni 1.5 sene dinlemeniz gerek.. peki yaşatabilir miyim? benim gözlerime, benim kalbime, benim ruhuma sahip olmanız gerek.. o gözlere benim gözlerimden bakmanız gerek.. geçirmeye çabaladığım geceyi hatırlıyorum. ilk aklıma gelen şey, bana kendi içim kadar yakın, sıcak bir dost sesi: 'bugün miladın olsun' diyor.. bir yerde farklı iki el birleşti, başka bir yerde benim ellerim iki yanıma düştü, yabancısı olduğu diğer ellerle birleşmek üzere..

20 Mart 2009 Cuma

one a day.

08:30
makyaj. yırtık çorap. 00007 bond. dalga geçmeler. kısık kahkahalar. yamuk ağız. şaşı göz. genius.
08:45
sokak kapısı şoku. topuklu ayakkabı sesi. küfür. buhran. birikmişlik. iç dökme. sakin olmalıyım. öpücük.
08:55
güneş. soğuk. 85 saniye. 3 trafik ışığı. toplamda 145 saniye. yine küfür.
09:16
DT2. kalabalık. kavga. eşarp. 100 kilolar. akbil. kapı. topuklu ayakkabı. nefes darlığı.
11:00
arkadaşlık. sitem. önyargı. değişim. bencillik. farkındalık.
11:40
istek. ortaköy. terslik. deniz. boşa atılan çapa. gereksiz. son. acaba?
14:50
sorgulama. gerginlik. şef. 6 gün. bedük. refresh. acele.
14:54
toplamda 2 sigara. henry mancini. moon river. sükunet.

13 Mart 2009 Cuma

DT2.

Bugün buna karar verdim. Bence İstanbul'da en zor işi yapan adamdır DT2 şoförü. Kot taşlamaktan bile daha zor hatta o otobüsün şoförü olmak. Başka bi bilgi birikimleri, bi sabır taşlığı, bi çeşit kademeli eğitimleri, herşeyden öte sonsuz bir cesaretleri olduğunu düşünürüm DT2 şöförlerinin. Öyle ki, bi gün inerken müsaadesini isteyip alnından öpesim gelir. Lütfen küçümsemeyin kendisini. Kolay değildir her sabah kavga çıkan bi otobüsü temsil etmek. Kolay değildir her akşam mütemadiyen yoğun bir klorak kokusuna maruz kalmak. Her biri 100 kilo, sıkmabaş, zır cahil ve saygısız insanların bir otobüse toplandığı, başlarına da "şöför" adı altında "çoban" seçilmiş bir adamcağızdır DT2 şöförü. Yanlış anlaşılmasın cahilliğe asla sözüm yok, hatta tepkim büyük olur insanların küçümsenmesine ama saygı da okumakla edinilen birşey değildir neticede. Nitekim DT2 şöförü ne yapsa haklıdır, sesimi çıkarırsam neyim.

Anlaşıldığı üzere 2 aydır işime gelip gitmeye "çalıştığım" otobüstür DT2. Çoğu zaman ancak 3. geçen otobüse binebilirim. 10 dakikada bir geçmesine rağmen, her sabah muhakkak balık istifi şeklini alırız. Bi yere tutunmamıza da gerek yoktur, çünkü etrafımızdaki insanlar sıkışıklıktan zaten bi şekilde etten duvar olmuşlardır. Ha tabi onlar devrilirse domino taşı gibi biz de devrileceğiz o ayrı. Genelde Etiler, Ulus gibi zengin muhitlerinden geçtiği için bu otobüs, otobüsün hedef kitlesini de o civarlarda çalışan çay-temizlik işlerine bakan amcalar ve teyzeler oluşturur. Eğer dört teyze oturuosa o dörtlü koltuklar her sabah muhakkak bir altın günü edasında geçer. Bağıra çağıra konuşurlar, e bu da bi çeşit sabah eğlencesi tabi. Ayrıca durakta yüzünün güldüğünü gördüğünüz insanlar otobüsün daha ilk basamağına adım attığında birden evrim geçirirler, dünyanın en gergin insanı olurlar. Bu otobüsün böyle bi enerjisi olsa gerek. Ve yine bu yüzden olsa gerek, istisnasız her sabah birileri kavga eder. Ya arkalardan derin bir bağırma duyarsınız, ya önden bi kadın çığlığı veya yanıbaşınızda "ayağınızı aslında şöyle şu tarafa atsanız ben de kapıdan bacağımı içeri sokabilirim" ile başlayan "bi müsade edin de önce biz inelim" diye devam eden ve süre gelen kavgalar.. Her biri 100 kilo olan sıkmabaş teyzeler bu türün en gelişmiş örnekleridir. İstemedikleri zaman "görmez" ve "duymaz"lar. Mesela birisine yer verirsiniz, sıkmabaş teyze hemen koca kıçının bir lobunu aslında başkasına vermiş olduğunuz koltuğa yapıştırır. Yüzüne bakarak başkasına yer verdiğinizi söylersiniz ama ne gerek vardır ki buna, teyze çoktan şalterini kapatmış, mavi ekran vermiş, nedense birden sağır olmuştur.. Bilirsiniz, şu yeşil teknolojik otobüsler kapıları kapanmadan hareket edemez, kilitlenirler. Bilmiyorsanız da öğrenin. Sonra insanlar o gariban şöföre bağırıyor neden hala duruyoruz kaptan diye.. Ama yurdumun bu teyzeleri bunu bildikleri halde bilmemezlikten gelir. Ya da yeni bir deney peşindedirler. Zaten kapı önünde hali hazırda bulunan insanları görmezler. "Görünmez miyim acaba?" diye kendinizi kontrol etme ihtiyacı duyarsınız çünkü çoktan üstünüze çıkmıştır. Vücudunun yarısı dışarıya taştığı için o kapı kapanmaz, otobüs gitmez. Bir kişinin yarı bedeni dışarda olduğu için otobüsteki yüzlerce insan o teyzeyi bekler. Teyzenin aslında inmesi gerektiğini, bunun anlamsız bir zorlama olduğunu, kendi kendine söylenmelerle başlayan ve gitgide artan bağırmalara dönüşen şekilde kendisine anlatmaya çalışsalar da teyze bunları duymaz, duyarsa da ne söylediğini asla anlayamadığınız, anlamak için decoder gerektiren bir dilde bağırarak yüzlerce insana karşı savaşabileceğini gösterir. Kurbanını seçer, üstüne çıkar, kapı kapanır, otobüs yoluna devam eder ama altındaki kişinin akıbetini sormayın. Sorsanız da zaten şizofrene bağlayan teyzeye göre orada birisi yoktur. Çoğu zaman bu teyzelerin kocalarını düşünürüm, içim acır..

Ayrıca bu otobüste kendinizi enayi gibi hissetmeniz de kuvvetle muhtemel. Binmek için orta ve arka kapıyı kullanan güzel ülkemin güzel insanları bedavaya giderler çünkü. Alnından öpülesi şöförümüz her ne kadar "AKBİİLLL" diye kendini yırtsa da boşuna bir yırtınmadır bu. O akbiller gitmez. Gerçi akbillerini gönderen nadir insanların da zaten akbilleri bi daha geri gelmez. Akbil hırsızları tarafından seçilmiş sabah kurbanlarıdır onlar. Her sabah hırsızlık suçunun işlendiği bir otobüsün şöförü olmak da zordur tahmin edersiniz ki..

İşte ben güne böyle başlıyorum.. Yazımı da bugün yine otobüsten kendini atarcasına inebilmeyi başaran ve sonra da bize dönüp "Allah kurtarsın" diyen amcaya ithaf ediyorum. DT2 şöförlerine de ısrarla psikolojik destek, fun club, yıpranma payı, erken emeklilik talep ediyorum..

11 Mart 2009 Çarşamba

all is full of me.


Bugün en yakın arkadaşımla evlilikten konuşurken aklıma düştü birden. Evlilik.. Bana ne kadar uzak, ama insanlar tarafından ne kadar da yakın tutulan bir kavram. Kavram demek doğru mudur bilmem, ama hep derler ya gelinlikler için, 'her genç kızın hayali' diye.. Benim hiç 'gelinlik' gibi içi boş hayallerim olmadı. Yanlış anlaşılmasın, hayali olanlara sonsuz saygım ve herşeyden öte desteğim vardır. Alay da etmem. Ama benim olmadı işte, hep içi boş geldi. Daha elle tutulur bulduğum, farkındalığa yakın bulduğum, daha güçlü olmayı hedefleyen hayallerim oldu benim. Marifet sayın diye de demiyorum bunu.. Belki de çiçek almak yerine 'yahu çiçek mi yicez, ona vereceğimiz parayla gidip burger'dan bişiler yiyelim' mantığında giden ilişkileri kendime yakın bulduğum içindir..

Zaman zaman ağır bassa da öyle çok odun da değilimdir, duygusalımdır, hatta dönem dönem fazlasıyla.. Ama hep bi taraftan da mantığımın elinden tutmuşumdur. Ne olursa olsun bırakmamışımdır.. Kendim için 'gerçek' olana beni yakın tuttuğuna inanırım.. O yüzden hiç bırakmam, elimden kayıp gittiğini anladığım anda kısa bir süre duygusallığımla başbaşa kalmanın tadını çıkarır sonra hemen düşerim mantığımın peşine.. Hatta bu yüzden annem bana bir keresinde 'o kadar herşeyin farkında bi çocuksun ki sen, hiç bir zaman dört dörtlük mutlu olamıcaksın' bile demişti..

Neyse..

Geçmişe gittim, içeri baktım. Ne genç kızken ne de şimdi kendiliğimden gelinlik kataloglarına bakmışlığımı hatırlamıyorum. Hatta çocukken bile eşin dostun düğününe giderken gelinlik giydirilen bi kız çocuğu olmamışım ben. Eğer tek isteğimiz birlikte yaşamak için imza atmaksa, bunu birbirleriyle alakası dahi olmayan yüzlerce insanın olmadığı bi yerde de yapamaz mıyız yani? Derdimiz 2-3 saat boyunca karşılıklı göbek atıp, makyajımızı akıtmak, topuklu ayakkabı ile ayaklarımızı şişirmek, bi geceye milyarlarca para dökmek, üstüne kendinden ağır takılar takmak, gecenin sonuna doğru çekilen fotoğraflarda bayık gözlerle bakmak, arkasında ismimizin baş harfleri olan kurdelalı bi araba ile kornalara basarak rahatsızlık verdiğimiz insanları kendimize küfrettirmek mi? Peki ya gelinlik? Yıllar yılı empoze edilmedi mi bize? Büyüyeceksin, evleniceksin, bembeyaz gelinlikler giyeceksin, çocuğun olucak diye.. Şahsen annem eskiden beri evlilikle ilgili düşüncelerimi bildiğinden olsa gerek bana ergenlikten sonra pek de böyle cümleler kurmadı. Belki de bu yüzden ben hep kendimi bildim bileli yalın olanı, naif olanı, kıyıda köşede kalanı sevdim..

Düğün törenleri de bana hep ambalaj gibi gelmiştir. Önemli olan niyet değil midir? Sanki o niyetin üzerini parlak ambalajlarla, paket süsleri ile kaplayınca daha mı güzel gözüküyor? Birbirine aşık, elele, iki gülümseyen insan.. Böyle yeterince güzel değil misiniz zaten? Ki nitekim hediyeye varmak için de o süslü parlak kurdelaları, ambalajları yırtıp atarız ilk olarak.. içindeki değişmez ki, hep aynı kalır..

Ben yine şehir hayatından sıkıldım anlaşılan. kafama bandanamı takıp, Büyükada'da bahçesi olan bi evin hayalini kurup yarına yabancılaşmadan önce yazıyı bitirmenin vaktidir.. Bu arada takmayın siz beni. Büyük konuşmamak gerek. Gelinliğinizi de giyin, düğün de yapın, yeter ki nasıl mutlu olacağınıza ve o mutluluğu nasıl ayakta tutacağınıza inanıyorsanız öyle yapın..

Current Song: Björk / All is full of love.

27 Şubat 2009 Cuma

we're in this together.

bir nefes alma biçimi.
gözlerini uykudan açma an'ı.
her sabah kendisine uyanılan belki de.
yeni bir gün mü var?
hayır.
o var.

12 Şubat 2009 Perşembe

istiyorum, istiyorum, istiyorum!

advance derecede ingilizce istiyorum.
advance derecede photoshop bilgisi istiyorum.
mümkünse quark express ve freehand de istiyorum.
cubase ve dance ejay'i öğrenmek istiyorum.
adobe premier kesinlikle istiyorum.
hobi olarak haftada bir bi stüdyoya girip şarkı söylemeyi,
ayda bir bi yarı-amatör tiyatro topluluğu ile sahne almayı,
bestseller kitapları haftasında bitirmeyi,
bütün entel-kuntel filmleri yalayıp yutmayı istiyorum.
ciddi ciddi spor yapmaya vakit ayırmayı,
bir kez olsun ispanya'da bulunmayı,
hayatımın bir dönemi büyükada'da yaşamayı istiyorum.
tüm bunları yaparken pijamayla yaşamak ve 3 öğün domatesli makarna yemek istiyorum.

yardımcı olabilecekler için müracaat bizzat şahsımdır.

11 Şubat 2009 Çarşamba

in Can Yücel we trust.

Seninle yaşlanmak istiyorum. Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyım istiyorum. Benim olduğu kadar dostlarının, dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum. Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.

Yaşayalım kı, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı. Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız. Sen çok dertlenip, içip, arkadaşlarınla eve gelmelisin. Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız. Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.

Yaşayalım ki, paramız olunca sevinelim. Güzel günlerimizi, evimizde, bır şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız. Ya da bazen dostlarla ucuz biralar içerek... Böylece yaşamalıyız işte.

Sonra çocuğumuz olmalı, düşünsene, senin ve benim olan bir canlı. Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız. Sen arada mızıkçılık yapmalısın. Ve ben söylenerek sıranı almalıyım. Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın. Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.

Zaman su gibi akıp giderken, herşey yaşanmış bir hayatımız olmalı. Herşeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden. Mutlu da olsa, kötü de olsa, yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı. Saçlara düşünce aklar ya da gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehırden.

Kavgasız, her sabah gürültüyle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz. Geceleri balkonda denizi seyredip, sandalyelerimizde sallanmalıyız. Eve gelip, benden kahve istemelisin. Çocuklar gelmeli zıyaretimize, geçmışteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız...

Öyle sevmelisin ki beni, bu yazdıklarım korkutmamalı seni. Tebessümler açtırmalı yüzünde. Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde, birbirimizi sevmenin gururu olmalı..

Can Yücel

7 Şubat 2009 Cumartesi

trainspotting.

Günde 8 saat uyuduğunuzu varsayıyorum. Bunun yanısıra 3 öğün yemek için de toplam 1 buçuk saat harcadınız diyelim. 1 saat de boşaltıma verdim. Hadi 1 buçuk saat de kıyafetleri giy hazırlan çıkar, diş fırçala el yüz yıka,duş al, traş ol,tırnak kes gibi aktivitelerinize veriyorum, etti 12 saat ama tabi bunlar ''normal'' bir insan için ortalama baz alınan hesaplamalar. Siz gün içinde sıçmaya ve işemeye toplam 1 saatten fazla ayırıyorsanız bunu yanı sıra 8 saat değil de 12 saat uyuyorsanız ya da ben hergün duş almam gerekirse pis kokarım pazar günü topluca yıkanırım diyorsanız sizin için diyecek birşeyim yok malesef. Nitekim çalışan bir insansanız 8 saat de işinize harcayacaksınız yani günde 20 saatiniz gitti. geriye 4 saatiniz kaldı. Bu 4 saatin 2 sini güzel ülkemizde trafik problemi ''yok'' varsayarak size geri iade ediyorum, almamış gibi yaptım hadi gene iyisiniz. Bu demektir ki kendinize ayıracağınız sadece 4 saatiniz var. Artık amuda mı kalkarsınız, kafanızı götünüze mi değdirmeye çalışırsınız yoksa tavşanlar gibi üremeyi mi tercih edersiniz bilemem. Tamamen size kalmış.

Kısaca bunu aylara yıllara vuralım bakalım neler çıkacak. her 24 saatin 20 saati yani ayda 600 saat= 25 gün eder . Her 30 gününüzün 25 i bunlara gidiyor. Yıl bazında hesaplarsak her 365 günün 304.16 günü bu aktivitelere ayrılıyor.

60 sene yaşadığınızı varsayarsam, bunun 49.998 senesini yukarıda bahsettiklerimi yaparak geçiriyorsunuz. 60 senelik ömrünüzün sadece 10 senesi %100 sizin sayılabilir. Daha milyon tane ömür yiyici faktör sayardım ama o kadar da acımasız olmak istemedim.

Ha ayrıca diceksiniz ki şimdi haftasonları da mı çalışıyoruz ? o ekstrayı da çıkarıp denkleme ''stres'' denilen boku monte ettiğimizde hemen hemen aynı kapıya çıkıyor zaten. Uzun lafın kısası 2 gram yaşicaksınız onu da adam gibi yaşayın.


ALINTIDIR.

4 Şubat 2009 Çarşamba

it's complicated.

"Carrie: You do this every time! Every time! What? Do you have some sort of radar? Carrie might be happy, it's time to sweep in and shit all over it?

Big: What? No, no, I came here to tell you something. I made a mistake. You and I..

Carrie: You and I nothing! You can't do this to me again! You can not jerk me around!

Big: Carrie, listen to me. It is different this time.

Carrie: Oh, it's never different! It's six years of never being different! This is it! I am done! Don't call me ever again! Forget you know my number! In fact, forget you know my name! And you can drive up this street all you want... because I don't live here any more"

2003'ten beri vizyonda olan film..

Ben ne zaman birinin hayatına girsem, girdiğim süreç -tesadüftür ki- hep o insanın hayatının en kötü süreçlerinden biridir. Ya yakını biri ölmüştür, ya işsiz kalmıştır, ya depresyondadır, ya ailevi problemleri vardır, ya çok ciddi ilişkisinden yeni ayrılmıştır, ya ilişki yaşamak istemiyordur, hazır değildir bla bla.. Bu seçenekleri mantıkla uyumlu olarak daha da çoğaltmak mümkün..

Benim için ise durum tam tersi. Hayatımda nadiren de olsa birşeyler düzgün gitmeye başlamıştır veya en azından ben bunun için adımlarımı atmışımdır ki o insanı hayatıma sokmaya, onun hayatına girmeye karar vermişimdir. E hal böyle olunca 'cefakar' yönüm ağır basar ve çok kısa süreliğine de olsa yerden kesilmiş olan ayaklarımı yine asfalta teslim ederim. Ve en iyi bildiğim şeylerden birini devreye sokarım; 'fedakarlığımı'. Çalışmayı seven bünyemle kolları sıvar işe başlarım. Bu süreç geçsin de bir an önce (herkes gibi) hakettiğimiz mutluluğu yakalayalım diye yapmadığım şey kalmaz. 'Biz' olmuşuzdur ya bi kere, benim de sorunlarını aşmasında tuzum olması lazımdır. Ama sonu böyle olmaz. Hiç bir zaman da olmamıştır. O yemek hep 'tuzsuz' kalmıştır, ben onun hayatında olduğum ve olacağım sürece de hep 'tuzsuz' olarak kalacaktır. Sonra da kaçınılmaz son.. Sessizce taraflar iki ayrı yöne dağılacaktır..

'Cefasını sen çekersin sefasını başkaları sürer' sözü atalarımızın aklına düşerken acaba ben bundan önceki hayatımı mı yaşıyordum? Muhakkak beni parmakla göstermiş olmalılar, veya onların laneti üzerimde olabilir mi? Öyle olmalı çünkü bu insanlar beni hayatlarından bir sol ayak hamlesi ile attıkları zaman birden çiçeklenmeye başlıyorlar. Ya mükemmel bir iş sahibi oluyorlar, ya psikologları onları hayata döndürüyor, ya nirvanaya ulaşıp iç huzurlarını buluyorlar vs. ama ortak nokta; muhakkak hayatlarının aşkı ile tanışıyor ve uzun süre çoook mutlu oluyorlar.. Ben ise; ya hayatlarının görünmez kadını olaraktan tipex ile üzerime kalınca bir çizgi atılıyor ya da yine en iyi başardığım şeylerden biri olarak (her problemlerinde yanlarında olma kontenjanımdan dolayı olsa gerek) 'ağlanacak omuz gamze' levelına atlıyorum.. O zaman Polyanna karakterime bürünüp, başımızı 20 derece sola eğerek 'olsun, zaten alışkınım, sürprizlerle karşılaşmıyorum en azından, hep bildiğim son' diyelim de yazımız da burada son bulsun..

2009'da da yine aynı filmle huzurlarınızda olmak üzere...


P.S. Meliscim bu yazıdan sonra otizm'in hala yaşadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirsin. Hatta üzerinden geçelim; "Otizm üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır." sevgiler..
 
Copyright © 2010 android. All rights reserved.
Blogger Template by