28 Mayıs 2009 Perşembe

hoptek moptek.

Kolbastıdan çok korkuyorum. Ellerini kollarını sallayarak bacaklarını ve kafalarını durmaksızın oynatmaları bir gece rüyama girerse altıma yapabilirim. Korkunç değil mi? Hoptek ve faroz kesmesi diye çeşitleri de çıkmış. Kızlar yaptığı zaman daha korkunç oluyor. Kuduz olup krize girmişler ya da elektrik vermişler gibi. Neden aylardır insanlar kolbastıyla yatıp kolbastıyla kalkıyor? Bi tek bana mı korkunç geliyor? Sonra, "göbeği ata ata uludağ limonata" da bir o kadar mide bulandırıcı. Neden göbeğimi ata ata limonata içeyim? Sonra şu bebek bezi reklamındaki çizimle oluşturulmuş iki korkunç çocuk. Rober Hatemo'nun şarkısı yeteri kadar korkunç değilmiş gibi sanki bir de bebek sesiyle bunlara o şarkıları söletmişler. Yapmayın, etmeyin, korkuyorum yahu.

26 Mayıs 2009 Salı

Son zamanlarda...

En çok şunlara üzülüyorum:

Oi Va Voi'nin konserine girişim olabildiği halde gitmeyişime. Yalın çocukcağızımın "Bit Pazarı"ndan dolayı üstüne çok gitmelerine. Tavuk çevirme bile bulunabilen mahallemde, sapı kopan çantamı yaptırabilecek bir çantacı bulunmayışına. Ütü yapmaktan ölümüne tiksinen bir bünyeye sahip oluşuma. 15 senelik televizyonun "tüpünün" uzun zamandır izlemek için can attığım "The Fall"u izlerken bitmesine.

En çok şunlarda iddialıyım:

"Dikkatli" yemeyi bırakmamakta. Dikkat ettiyseniz "diyet" demiyorum. Elimde hali hazırda 3 sezonu mevcut olan "How I Met Your Mother"a başlamakta. MSN Games' de bulunan "Mayın Tarlası" oyununda. Tık demeden 07:30 da uyanabilmekte. Bloğuma yaz kreasyonuna uygun bir şablon seçmekte, ki göründüğü üzere yaptım bunu.

En çok şu sorulara yanıt arıyorum:

Zeynep daha ne kadar "beni dışlıyosunuz dimi" diyecek? Magazin programları ne zaman fonda "İsmail YK - Çatlak Zilli" çalmaktan vazgeçecek? Adres tarifini kusursuz anlayabileceğim bir yer var mı yeryüzünde? Hadise ve Sinan Akçıl "Düm Tek Tek"in teliflerinden kaç para indirmiştir? Şişhane metro çıkışından Taksim'e çıkana kadar kaç basamak var?

En çok şunları izliyorum:

Facebook'un gereksiz video çöplüğüne dönüşmesi sonucu "1 Kadın 1 Erkek". Lost 5.sezon. Kanal D' sinden Olay TV' sine kadar düşünebileceğiniz tüm magazin programları. Napalım iş gereği mesleki deformasyon.

En çok şunları dinliyorum:

Hande Yener "Hayrola" albümü, Göksel "Mektubumu Buldun Mu?" albümü, Teoman "İnsanlık Halleri" albümü, Oi Va Voi' nin 4 albümünü birden, Nine Inch Nails - tamamen random, Röyksopp "Junior" albümü, Norrda "Infinite Face" albümü, Yasemin Mori "Hayvanlar" albümü. Şirketin yanındaki ilköğretim okulunun "Hababam Sınıfı" melodili teneffüs zili. Mütemadiyen Nagihan'ın telefon melodisi.

17 Mayıs 2009 Pazar

Kalbimi kırma, bir gün duracak nasılsa.

Hani yeni yıl ile beraber insanlar bazı kararlar alırlar. Gazetelerde, dergilerde dosya haberler yapılır, yeni yılda şunları yapın, şöyle olun böyle olun bıdı bıdı diye. İnsanın başına ne zaman ne geleceği belli olmuyor işte, ben de bunları yıl ortasında farkettim. Birkaç zamandır teflon tava gibiyim. Hiç birşey bana yapışmıyor. Down triplere girip kendimi harap etmiyorum. Bu durumumdan şikayet ettiğim de olmadı. Ben artık hiç bişey hissetmiyor muyum acaba, hissetme özürlü mü oldum diye de dönüp bakmadım açıkçası. Çünkü özellikle annemin yanıma son gelişinden sonra hayatta sağlıktan ve ölümden başka çok da fazla mutsuz olacak kadar önem taşıyan herhangi birşey göremiyorum. Yakın bir arkadaşımla konuştukça bu olguyu daha da sağlamlaştırıyorum. Diyor ki bana: "Hayatımız boyunca hep mutlu olmak için yaşamıyor muyuz? Yegane isteğimiz mutlu olmak değil mi? O zaman neden kendimizi bad triplere sokuyoruz?" Bilmiş bilmiş cevap veriyorum: "Hayalkırıklığı yaşıyoruz çünkü" diye. Demek ki beklentimiz var ki hayalkırıklığı yaşıyoruz. E neden o zaman beklenti içine girioruz ki? Kim bize beklentin olsun diyor? Yaptığımız herşeye sıfırdan başlıyorsak eğer bu beklenti ne diye? Olursa sevinirsin, olmazsa eğer beklenti içine girmediğin için çökmemiş olursun. Ayrıca beklenti içine girmek gibi bir hakkımız da yok. Ne olacaksa o oluyor sonunda çünkü. Senin için "sen olmazsa olmazsın" diyen insan şimdi seni görmüyor mu? Sen de oturup ağlıyorsun, üzülüyorsun. Eeee? O sana öyle dedi diye sen gerçekten de "olmazsa olmaz" mısın yani? Kim sana onun gitmeyeceğinin güvencesini vermiş? Sen başkasına gitmeyeceğinin güvencesini verebiliyor musun? Anlık söylenen şeylere ne çabuk kanıyor, ne çabuk mutlu oluyorsun.. Bu da hayalkırıklığı işte. Beklenti varsa daha çok hayalkırıklığı olur. Hayatına bakmak lazım, ne takdir beklemek hayati önem taşıyor ne de yaptığın şey görülmesini beklemek.

Özellikle son zamanlarda böyle hissetmemin bir nedeni daha var. Mutsuz hissettiğim zamanlar içten içe "neden mutsuzum?" diye soruyorum. Mutsuz olduğumu hissettiğim anda, o mutsuzluğu kendimi harap ederek dibine kadar yaşamaktansa "nasıl bunu düzeltebilirim"i aramaya başladım. Eğer mutsuzluğuma karşılık içimden gelen cevap "keşke şu olmasaydı" gibi "keşke" içeren bir cevapsa, şunu biliorum ki, "keşke" diyecek birşey yok aslında. Çünkü o zamana tekrar geri dönsem, tekrar elimde aynı şartlar olsa, ben tekrar aynı yapıda ve aynı kişi olacağım için yine izlediğim yolu seçecektim zaten. E o zaman "keşke" dememin ne anlamı var ki?

Mutsuzluğumu sorguladığım zaman içimden gelen cevap uzun zamandır hayatımda birinin olmaması ise, birden bir soru daha beliriyor. "Neden ben birine ihtiyaç duyuyorum?" Cevap: "Hayatı paylaşmak için, birinin sevgisine sığınmak için, sarılmak için vs vs.." O zaman ben yalnızlık korkusu içinde mi oluyorum? E zaten doğduğum andan beri yalnızım. Ben bir bireyim ve birey temelinde tek kişidir, yalnızdır. Güvende olma ihtiyacımı bir insanla mı kapatıcam? Tamam sarılmak vs. bunlar çok güzel paylaşımlar ama bunları hep dışarıdan görmüyor muyuz? Biri hayatına giriyor, birlikte çok güzel şeyler yaşıyorsun sonra bitiyor ve kendini harap ediyorsun. Neden? Bir daha o güzellikleri o insanla yaşayamıcağın için. Bir daha elele onunla yürüyemeyeceğin, beraber uyuyamayacağın için. Yani temelinde "yalnız kaldığın" ve yine sıfırdan başlayacağın için. Uzun zamandır o kadar alışmışsın ki herşeyi onunla yapmaya, o gittiğinde yönünü arayan devreleri bozulmuş robotlar gibi kalıyorsun. E gitmek istiyorsa, yalnız kalmak istiyorsa, ya da başkasını istiyorsa neden ben "yalnız kaldım" diye mutsuzluğa düşeyim? Yaşadığım, öğrendiklerimle yanıma kar kalmalı. "Evlenmek" isteğinin temelinde de bu var. "Evlenmek" zaten öğretilmiş birşey değil mi? Evlenme kavramını bilmesen bunu yerine getirir misin? Hayatının sonuna dek güvende olmak istiyorsun işte. İyi de güvende olmak, bir insanı sevmek bu mu acaba gerçekten?

Mutsuzluğumun temelinde daha iyi şartlarda olmak varsa düşünüyorum. Harekete geçmeyip şikayet ettiğim sürece ne değişecek? Önüme milli piyango çıkacak olan tam bilet mi konulacak? Bu kabulleniş değil aslında. Ne zor şartlarda yaşayan insanlar var. Onlar geliyor aklıma. Ya sarılmak gerek yapılan şeye ya da etrafına bakmak "şartlarımı iyileştirecek daha ne yapmalı?" diye. Birçok insan kararlarını kısıtlı zamanlarda veriyor. Sevebileceğin insanı seçmek, yapacağın işi seçmek, gideceğin okulu seçmek gibi birçok şeyin kararını enine boyunda düşünmeden veriyorsak şikayet neyi değiştirir? Hayatımızı bu kısıtlı zamanlarda verilen kararlar yönlendiriyor zaten. Bir insanı seçiyorsun, o yöne doğru direksiyonu kırıyorsun ve o yolun sana gösterdiği tabelalarla ilerliyorsun. Bir işi seçiyorsun, onun istikametine giriyorsun, o yolda karşına çıkan fırsatları değerlendiriyor ya da diğer duraklarından geçiyorsun. Kararını sen veriyorsun zaten, sonuçlarını görecek veya değiştirecek olan da sensin. Kendi hayatının başrolüsün sen. Durmak istediğin yerde durur, istediğin yerde direksiyonunu kırarsın. Etafımızda yeteri kadar mutsuz insan görmekten sıkılmadık mı zaten? Neden bir de ben kendimi mutsuzluğa adayıp o güruh içine katılmak isteyeyim? Yeterince kalabalıklar zaten, bir de bana gerek yok bence. Tabi ki hissiyat denen şey var, tabi ki insanın büyük bir parçası hissiyat. Mutsuz olmamak için uğraşmak zaten robotlaşmak, tek tipleşmek değil ki. Büyük ihtimalle, Allah korusun beni şimdi işten çıkarsalar ben de eve dönüş yolumda içim çıkarcasına ağlarım herhalde.

Tek birşey var ki değiştiremezsin. Ölüm. Ölüm, "aman sevgilim beni terk etti, aman en iyi arkadaşım beni sattı" gibi bir kayıp değil. O insanı bir daha göremeyeceksin çünkü seninle aynı yerde yaşayamayacak. Canın istediğinde bi telefon açıp sesini duyamayacaksın. Bir mezar taşından ibaret olacak o kadar. İstesen de birşeyleri artık değiştiremeyeceksin. Pamela Spence ablamızın dediği gibi; "herşey boş aslında şu ölümlü dünyada, kalbimi kırma bir gün duracak nasılsa".

Çok uzun süre ben de farkında olmadan reddettim belki ama kendine karşı dürüst olmak gerek. Özellikle de kendin hakkında düşünerek konuşmak gerek. Yazımı, beni bunları düşünmeye iten yakın arkadaşımın aklımda uzun yıllar boyunca kalacağını düşündüğüm bir cümlesi ile bitirmek istiyorum. "İnsan denilen varlık çok büyük bir yalancıdır, çünkü en başta kendine yalan söyler".


15 Mayıs 2009 Cuma

Tehlikeli kadınlar & Değişken erkekler

Evet ben kadınlardan korkan bir kadınım. Haklarını yemeyelim, hepsinden değil bir türünden. Kadınların, "yok artık lebron james!" diyeceğiniz erkekleri bile muma çevirme, 360 derece değiştirme güçleri vardır. Genellikle cümle öbeklerinde "mersi, şekerim, canikom" gibi "what the fuck?" tepkisi vereceğiniz kelimeler kullanan kadınlar bu işi tahmin ettiğinizden daha iyi kıvırırlar. Çok yakınınız olan erkek dostunuz, fazla işlem görmüş elementlerin metal yorgunluğundan incelip kopması misali, bu türdeki kız arkadaşından ayarı yiyince, balatası da biraz fazla sıkılınca, "size mesafe koymak" ile "sizinle hiç konuşmamak" arasındaki o ince çizgiyi algılayamayarak, birdenbire size mahalle bakkalıymışsınız gibi davranmaya başlar. Hem de sadece erkek cinsiyetine değil, kadın cinsiyetine dahil olduğunuz için. Bir sevgilisi olana kadar gündelik hayatınızla ilgili birçok şeyi konuşup paylaştığınız yakın arkadaşınızın, sevgilisi olduktan sonra hayatınıza dair öğrenmek isteyeceği hiç birşey kalmaz. Ona kendi kurduğu "ikili" hayat yeterlidir. Bi de sizinle iki çift muhabbet etmesine ne gerek vardır? "Baba" yerine koyduğunuz, defalarca omzunda ağladığınız, fikrini sorduğunuz, aynı şeyi söyleyince birbirinize bakıp kahkahalar attığınız, oyunlar oynadığınız dostunuzdur o. Mazallah anneniz ölse, sizin başınıza bi kaza gelse en son o duyar. Üstelik "acil durumda aranacak ilk kişi" listenizde onun adı olmasına rağmen. "Merhaba" deyip yanağından öpmeniz bu erkeklerimiz için caiz değildir, günahtır. Ellerinde olsa suratınıza bile bakmayı günah sayarlar. Neme lazım, elinizden birşey almaları gerekirse eğer, parmağının ucuyla alıp koşa koşa eski yerlerine geri dönerler. "Hayırdır inşallah?" diyip iyi niyetinizle anlamayı ve konuşmayı denersiniz ama ben size söyliyim, "dostluk" kurumuna ve yaşadıklarınıza saygısı olmayan "yakın" dostunuzla konuşmaktansa, duvara konuşun aynı şey. Bir şey değişiyor sanıyorsanız, daha bekleyecek bolca zamanınız var demektir. Ama siz deneyin tabi konuşmayı, denemesi bedava. İçinizden, dostunuzu omuzlarından tutmak suretiyle "hey arkadaşım, kendine gel! benim ben, dostun!" diyerek sarsmak mı geliyor? Haddinizi bilin, edebinizle önce gidin sevgilisinden onaylı bir izin belgesi ile bir yetki belgesi alın. Bugün gidin, yarın gelin, bugün gidin yarın gelin. Arkadaşınıza insaniyet namına birşey sorarsanız, alacağınız maksimum cevaplar:

a) Evet
b) Hayır

seçeneklerinden biridir. Eğer bu cevap, kazara kuracağı bir cümleye tamamlanıyorsa, o cümle muhakkak bir veya birden fazla emir kipi içerir. Aman ha bir zamanlar yakın iki arkadaş olduğunuzun göstergesi olan "canım, annem, kuzum, dostum" gibi hitap şekilleri seçmeyin. Seçicekseniz de buzdolabı karşısında birkaç egzersiz yapın ki, yakın arkadaşınızın bu haline alışmanız daha az zaman alsın. Sonra karşıdan soğuk hava dalgası gelince, aynı tepkiyi arkadaşınızdan alamadığınızda öyle birden şoklamayın. Kendinize üvey evlat muamelesi yapıldığını da düşünmeyin çünkü şunu bilin ki üvey evlatlar bile sizden daha iyi muamele görüyorlar. Yani üvey evlatlara haksızlık etmeyin. Lise hayatımdan beri hangi erkeği "dostum" olarak gördüysem, sağolsunlar canlarım beni hiç bu konuda yanıltmadılar. Dolayısıyla yukarıda yazdıklarım, anlık bir olay sonucu değil, senelerin tecrübesi ile sabittir. Ben bugünden itibaren nazarlık takmaya ve "acil durumda aranacak kişi" listemi güncellemeye karar verdim. Yoksa benim sonum trajikomik bir şekilde ya hemcinslerimden ya da dost bildiğim erkeklerden olacak.

7 Mayıs 2009 Perşembe

ortaköy-tünel hattı.

bu sabah ortaköy'de tek başıma oturup sigara içiyordum. hava güzel, deniz sakin, etrafta 3-5 insan var. ortaköy için hiç de alışık olmayan bir görüntü yani. yanıma bi güvercin geldi, suratıma baktı ve olduğu yere sıçtı. aynı günün akşamı bi deja vu yaşadım diyebilirim. tünelde dışarda oturduğum masanın yanından iki sevgili yürüyerek geçerlerken birden tam da benim yanımda durup öpüştüler. peki o halde neymiş? yanımda güvercinin sıçması ile iki sevgilinin öpüşmesi bende aynı etkiyi yaratıyormuş.

1 Mayıs 2009 Cuma

down'ım, down'ım, down'ım!

zaten güne gördüğüm rüyayla başlamamdan belliydi bir gariplik olduğu. sabah uyanınca "nasıl olur ki?" diye düşünmedim değil. rüyamda sadece 400 kişinin alındığı bir salonda madonna konser veriyordu. bir kere saçmalığı buradan belli. o şanslı 400 kişinin arasında ben, melis, zuhal ve zeynep nasıl bulunabiliyoruz? o kadar parayı nereden bulduk? hadi zuhal bize fbi görünümlü havalı basın kartı ile basın protokolünden giriş ayarladı diyelim. peki madonna konser bitince neden dördümüzün yanına gelsin? hatta melisin küpelerine bakıp da "aa ne kadar güzeller" desin. sonra fotoğraf çektirmeyi unutalım ve "hass.. nasıl unuttuk oğlum fotoğraf çektirmeyi" diyelim. halbuki madonna 400 kişiden dördümüzün yanına gelmiş dimi, istersek kulise eli kolu sallaya sallaya girer "pardon ya biz salağa bağladık da biraz hanımefendi yanımıza gelince, fotoğraf çektirmeyi unutmuşuz işte bi foto çekilip gidicez" diyebiliriz. neyse bunu yapamadan ben uyandım. evimde uzun zamandır huzurlu bir kahvaltı yapmadım hazır nadiren tek başımayken güzel bi kahvaltı yapayım deyip mutfağa doğru yol aldım. doruk'tan bugüne kadar öğrendiğim en yararlı bilgiyi kullanarak, melis ve gülce'nin en yakın şahitleri olduğu, "yıkılan menemen" adını verdiğim menemeni yapmak için işe koyuldum. o da ne? BIÇAĞIM YOK! her zaman, her işimde kullandığım favori bıçağım ortada yok. abartısız on beş dakika o bıçağı aradım. tencerelerin içlerine bile baktım. üşenmedim annemi aradım. "anne sen bi yerlere koymuş olabilir misin?" derken, kadın da hattın diğer ucunda neden bi bıçak için kontürlerime kıydığımı düşünüyordur herhalde. hal böyle ki, rock'n coke'a nine inch nails'in geleceği haberi ile tavan yapmış olan yaşama sevincim, bıçağımın kaybolması ile yerle bir oldu. anladım ki "benim" dediğim şeyin büyüklüğü-küçüklüğü, anlamı-anlamsızlığı her ne olursa olsun kaybolduğu zaman burnumun direğini sızlatıyormuş. huzur içinde yat bıçağım..
 
Copyright © 2010 android. All rights reserved.
Blogger Template by